İnkar edenler ise; onların amelleri dümdüz bir arazideki seraba benzer; susayan onu bir su sanır. Nihayet ona ulaştığında bir şey bulamaz ve yanında Allah’ı bulur. (Allah da) Onun hesabini tam olarak verir. Allah, hesabı çok seri görendir. (Nur Suresi, 39)

2 Kasım 2007 Cuma

BEYNİN SIRLARI KUSURSUZ YÖNETİM MERKEZİ

Bizleri insan yapan fonksiyonlarımızın tamamı beynimizde şekillenir ve buradan kontrol edilir. Şu anda siz beyniniz sayesinde bu yazıyı okuyabiliyor, okuduklarınızı anlayabiliyor, dengenizi kaybetmeden oturabiliyorsunuz. Ayrıca şu anda beyniniz nefes alıp vermenizi düzenliyor, kalp atışlarınızı ayarlıyor, bedeninizin ısısını hep aynı noktada tutuyor. Ve burada sayamadığımız trilyonlarca uyarıyı değerlendirip onlara trilyonlarca yanıt veriyor. Beynimiz biz uyuduğumuzda da çalışmaya devam eder. Bu sayede kalbimiz atar, hiç aksamadan nefes alabilir hatta rüya bile görebiliriz. Bütün bunlar beyindeki 100 milyar hücrenin mükemmel bir uyum içinde çalışmasıyla gerçekleşir.Bu belgeselde Allah’ın mükemmel bir şekilde yarattığı insan beyninin yapısına ve özelliklerine yakından şahit olacak, Allah’ın üstün gücü karşısındaki acizliğimizin daha çok farkına varacaksınız.

Doğru Yıldız, Doğru Gezegen, Doğru Mesafe...

Yaşam için gerekli olan ısı aralığı sadece Dünya'da bulunur. Bunun en büyük nedeni ise, Dünya'nın Güneş'e ideal uzaklıkta olmasıdır. Jüpiter, Satürn ya da Pluton gibi uzak gezegenler aşırı derecede soğuk, Merkür, Venüs gibi yakın gezegenler aşırı derecede sıcak bir yüzeye sahiptirler. Yıldızların yaydıkları ışınların hangi dalga boylarında olacağını belirleyen etken, bu yıldızların kütleleri ve kütleleri ile doğru orantılı olan yüzey sıcaklıklarıdır. Örneğin Güneş'in yakın mor ötesi, görülebilir ışık ve yakın kızıl ötesi ışınlar yaymasının nedeni, 6000oC civarında olan yüzey ısısıdır. Eğer Güneş'in kütlesi biraz daha büyük olsaydı, yüzey ısısı daha yüksek olurdu. Bu durumda da Güneş'in yaydığı ışınların enerji seviyeleri artar ve Güneş öldürücü etkiye sahip mor ötesi ışınları çok daha fazla yaymaya başlardı. Bu durum bizlere, hayatı destekleyecek ışınları yayabilecek olan yıldızların, mutlaka bizim Güneşimize çok yakın bir kütleye sahip olması gerektiğini göstermektedir. Bu yıldızların bir gezegende hayatı destekleyebilmeleri için, tam şu anda olduğu gibi Güneş ile Dünya arasındaki mesafe kadar uzakta olması şarttır. Bir başka deyişle, bir kırmızı devin, mavi devin, ya da kütlesi Güneş'ten belirgin olarak farklı başka herhangi bir yıldızın etrafında dönen herhangi bir gezegen, hayat için bir barınak oluşturamaz. Hayatı destekleyecek tek enerji kaynağı Güneş gibi bir yıldızdır. Hayat için uygun tek gezegen mesafesi ise Dünya-Güneş mesafesidir. Aynı gerçek şöyle de ifade edilebilir: Güneş tam olması gerektiği gibi, Dünya da tam olması gerektiği gibi yaratılmıştır. Nitekim Allah'ın her şeyi bir hesap ile yaratışı Kuran'da şöyle haber verilmiştir: "O sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi bir sükun (dinlenme), Güneş ve Ay'ı bir hesap (ile) kıldı. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen Allah'ın takdiridir." (Enam Suresi, 96)

Australopithecus'un, insan evrimi iddialarında kullanılması niçin anlamsızdır?

Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu atalarına "güney maymunu" anlamına gelen Australopithecus ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş eski bir maymun türünden başka bir şey değildir. Australopithecus cinsinin çeşitli türleri bulunsa da sadece Australopithecus afarensis (1974 yılında bulunduğunda dünyaya insanın evriminin ispatı olarak sunulan "Lucy"nin temsil ettiği tür) insanın doğrudan atası kabul edilir. Ancak Australopithecus fosilleri üzerinde yapılan detaylı analizler bunların sıradan maymun türleri olduğunu ortaya koymuştur. Australopithecusların ilk olarak Afrika'da 4 milyon yıl kadar önce ortaya çıktıkları ve 1 milyon yıl öncesine kadar da yaşadıkları sanılmaktadır. Australopithecusların tümü, günümüz maymunlarına benzeyen soyu tükenmiş maymunlardır. Hepsinin beyin hacimleri, günümüz şempanzelerininkiyle aynı veya daha küçüktür. Ellerinde ve ayaklarında günümüz maymunlarındaki gibi ağaçlara tırmanmaya yarayan çıkıntılar mevcuttur ve ayakları dallara tutunmak için kavrayıcı özelliklere sahiptir. Boyları kısadır (en fazla 130 cm.) ve aynı günümüz maymunlarındaki gibi erkek Australopithecus dişisinden çok daha iridir. Kafataslarındaki yüzlerce ayrıntı, birbirine yakın gözler, sivri azı dişleri, çene yapısı, uzun kollar, kısa bacaklar gibi birçok özellik, bu canlıların günümüz maymunlarından farklı olmadıklarını gösteren delillerdir. Bu konudaki evrimci iddia ise, Australopithecusların, tam bir maymun anatomisine sahip olmalarına rağmen, diğer tüm maymunların aksine, insanlar gibi dik yürüdükleri tezidir. Oysa Australopithecus üzerinde yapılan birçok araştırmada bu türün insana benzer şekilde yürüyemediği ve iki ayaklı olmadığı sonucuna varılmıştır:
1. Lord Zuckerman, kendisi de evrim teorisini benimsemesine rağmen, Australopithecuslar'ın sadece sıradan bir maymun türü oldukları ve kesinlikle dik yürümedikleri sonucuna vardı. (Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 75-94)
2. Bu konudaki araştırmalarıyla ünlü diğer evrimci anatomist Charles E. Oxnard da Australopithecus'un iskelet yapılarının günümüz orangutanlarınınkine benzediği sonucuna vardı. (Charles E. Oxnard, "The Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt", Nature, cilt 258, s. 389)
3. 1994 yılında İngiltere'deki Liverpool Üniversitesi'nden Fred Spoor ve ekibi, Australopithecus'un iskeleti ile ilgili kesin bir sonuca varmak için kapsamlı bir araştırma yaptı. İskeletlerde, vücudun yere göre konumunu belirleyen "salyangoz" isimli bir organ üzerinde incelemeler yürütüldü. Spoor'un vardığı sonuç, Australopithecus'un insanlarınkine benzer bir yürüyüş şekline sahip olmadığıydı. (Fred Spoor, Bernard Wood, Frans Zonneveld, "Implication of Early Hominid Labryntine Morphology for Evolution of Human Bipedal Locomotion", Nature, cilt 369, 23 Haziran 1994, s. 645-648)
4. 2000 yılında B.G Richmond ve D.S Strait isimli bilim adamlarının gerçekleştirdiği ve Nature dergisinde yayınlanan bir araştırmada Australopithecusların önkol kemikleri incelendi. Karşılaştırmalı anatomik incelemeler, bu türün günümüzde yaşayan ve 4 ayak üzerinde yürüyen maymunlarla aynı önkol anatomisine sahip olduğunu gösterdi. (Richmond, B.G. and Strait, D.S., Evidence that humans evolved from a knuckle-walking ancestor, Nature 404(6776):382, 2000.)
Yorumlar:
Australopithecus'un insanın atası sayılamayacağı, son dönemde evrimci kaynaklar tarafından da kabul edilmektedir. Ünlü Fransız bilim dergisi Science et Vie, Mayıs 1999 sayısında bu konuyu kapak yapmıştır. Australopithecus afarensis türünün en önemli fosil örneği sayılan Lucy'i konu alan dergi, "Adieu Lucy" (Elveda Lucy) başlığını kullanarak Australopithecus türü maymunların insan soyunun kökeni olmadığı ve bunlarının soy ağacından çıkarılması gerektiğini yazmıştır. (Isabelle Bourdial, "Adieu Lucy", Science et Vie, Mayıs 1999, no. 980, s. 52-62) Amerika'nın USA Today gazetesinde Tim Friend tarafından kaleme alınan bir makalede insanın doğrudan atası gösterilen Lucy (Australopithecus afarensis) hakkında şu yorumlara yer verilmiştir: "Lucy"nin bilimsel adı Australopithecus afarensis. Günümüzde yaşayan bonobo şempanzelerine çok benziyor: Küçük bir beyin, öne çıkmış yüz ve iri azı dişleri. Ancak Homo'nun doğrudan atası kabul edilen Lucy'nin bu özelliği son on yılda gözden düştü. Birçok uzman insanın kökenini Lucy gibi bir ataya doğrudan takip etmenin çok basit bir yaklaşım olduğunu kabul ediyor". Bu yazıda Ünlü Smithsonian Doğa Tarihi Müzesi İnsanın Kökeni Programı Başkanı Richard Potts'un da yorumlarına yer veriliyor. Buna göre Potts ve daha birçok evrimci uzman, Lucy'nin artık insanın soyağacından çıkarılması gerektiğini kabul ediyori. İki Ayak Üzerinde Yürüyen Şempanzeler, Evrimcilerin İddialarının Tutarsızlığını Gösteriyor Australopithecusların zamanla doğrularak iki ayaklı insana dönüştüğü yönündeki iddiaların tutarsızlığın gösteren yeni bir bulgu daha vardır. Günümüzde bazı maymun türleri iki ayak üzerinde yürüyebilmektedir. Liverpool Üniversitesi'nden Dr. Robin Crompton tarafından gerçekleştirilen ve The Scotsman gazetesinde "İki Ayaklı Şempanzeler Darwin'in Teorisini Çiğnedi" başlığıyla verilen keşfe göre Uganda'nın Bwindi bölgesinde yaşayan şempanzeler iki ayak üzerinde yürüme yeteneğine zaten sahiptirler. Dr. Crompton, bu durumla ilgili olarak şunları söylemektedir: "Bu durum, genelde kabul edilen , dört ayağı üzerinde yürüyen şempanzelerden evrimleştiğimiz iddiasına aykırı". (Isabelle Bourdial, "Adieu Lucy", Science et Vie, Mayıs 1999, no. 980, s. 52-62) Crompton'un bu bulgusu, dört ayaklı bir atasal maymunun zamanla doğrularak iki ayak üzerinde yaşayan insana dönüştüğü masalının anlamsızlığını açıkça ortaya koymaktadır. Sözkonusu şempanzeler belli bir ölçüye kadar iki ayak üzerinde yürüyebilme yeteneğine sahiptirler ancak yine de şempanze, yani maymundurlar. Ormanlarda maymun gibi yaşamakta, maymun gibi beslenmektedirler. Bu açıdan bakıldığında Australopithecus'un da aynen Crompton'un rastladığı şempanzeler gibi belli bir ölçüde iki ayak üzerinde doğrulabilme yeteneğine sahip sıradan bir maymun olduğunu düşünmemek için hiçbir mantıklı neden yoktur. Evrimcilerin ise Australopithecus'u insanın sözde evrimine "kanıt" göstermesi ise sadece bu canlının iki ayak üzerinde yürüme yeteneğine sahip olduğu yönündeki- yukarıda gösterdiğimiz gibi tamamen tartışmalı- görüştür. Gerçekte iki ayak üzerinde yürüdüğü tartışmalı bir maymun fosili neyin kanıtı olabilir? Sadece bir zamanlar iki ayak üzerinde belli bir ölçüde-tıpkı Crompton'un rastladığı şempanzeler gibi- doğrulabilen maymunlar yaşadığının elbette... Evrimciler ise tamamen hayalgücüne dayanarak, Australopithecus'ların hayali insan evriminde bir aşamayı gösterdiğini ileri sürmektedirler. Bu tutumlarının altında ise insanın maymunlardan evrimleşmiş bir canlı olduğu düşüncesini en başta bir dogma olarak benimsemiş olmaları yatmaktadır. Zihinlerinde bu dogmayla fosil arayan veya analiz eden evrimci uzmanlar, Australopithecus'un anatomik özelliklerini- Australopithecus bulunmadan önce de varolan- bu hayali tabloya oturtmaktadırlar. Görüldüğü gibi Australopithecus üzerinde yapılan evrimci spekülasyonlar sadece önyargıya dayanmaktadır. (The Scotsman.com: Chimps on two legs run through Darwin's theory? http://news.scotsman.com/index.cfm?id=1016102002)

31 Ekim 2007 Çarşamba

YAZAR ADNAN OKTAR IN HAYATI VE ESERLERİ 2

İlk Karalama Kampanyası ve Akıl Hastanesinde İşkence
Adnan Oktar'ın Darwinizm, materyalizm ve ateizm aleyhine yürüttüğü fikri çalışmalar bir süre sonra daha geniş çevrelerden de tepki almaya başladı. Sayın Oktar'ın milliyetçi ve mukaddesatçı çalışmalarından rahatsız olan bazı çevrelerin etkisiyle, aleyhinde büyük bir komplo kuruldu. Bu komplo, Adnan Oktar'ın büyük yankılar uyandıran Yahudilik ve Masonluk adlı eserini yazıp yayınladığı günlere denk gelmektedir.
1986'nın yazında Adnan Oktar, "Türk Milletindenim, İbrahim ümmetindenim." sözlerinden ötürü tutuklandı. Bu ifade bir gazetede yayınlanan bir röportajda yer almıştı. Aynı dönemde çeşitli yayın organlarında, yukarıda ifade edilen çevrelerin etkisiyle, birtakım yanlış haberler, mesnetsiz bilgiler ve iftiralar yer almaya başladı.
Adnan Oktar önce tutuklandı ve cezaevine kondu. Sonra Bakırköy Akıl Hastanesi'ne nakledildi ve akıl sağlığı yerinde olmadığı iddiasıyla müşahade altına alındı. Hastanede, en tehlikeli hastaların bulunduğu "14A" koğuşunda tutuldu. 14A koğuşuna birkaç kilitli demir kapıdan geçilerek gidiliyordu. İçerisi oldukça bakımsız, izbe ve pisti. Bu ağır hastaların arasında cinayet çok sıradan bir olay olarak görülüyordu. İşte böyle bir ortamda Adnan Oktar, 6 hafta yatağına ayak bileklerinden zincirlendi. Şuur bulandıran ilaçlar kendisine zorla verildi. Bu arada, onu ziyaret etme ve görme imkanı bulan genç arkadaşları onun bu dönemde de kararlılığını ve şevkini hiç kaybetmediğine şahit oldular. Onları İslam ahlakına davet edeceği düşünülerek, doktora öğrencilerini, hemşireleri ve hatta doktorları bile görmesine izin verilmiyordu. Bir süre sonra ailesi, yakınları ve arkadaşlarıyla da görüşmesi yasaklandı. Hatta, telefon görüşmesi bile yapmasına müsaade edilmiyordu. Faaliyetlerini durdurmadığı takdirde hayatı boyunca hastanede kalacağına dair tehdit edildi. Bazı kesimlerden Yahudilik ve Masonluk kitabını basmaktan vazgeçmesi için yoğun baskılar gelmeye başladı. Eğer kitabı basmaktan vazgeçerse, hemen hastaneden çıkabileceği, yaşamının bundan sonrasını refah içinde geçirebileceği gibi teklifler geldi. Kitabın tüm dosyalarını vermesi karşılığında, büyük maddi imkanlar teklif edildi. Ancak, kendisi tüm bu teklifleri geri çevirdi, baskı ve tehditlerden yılmadı. Tam tersine bu yaşadıkları, onun kararlılığını daha da arttırdı.
Oktar hapishanede ve akıl hastanesinde toplam 19 ay tutuldu ve sonra savcılığın, "ifadelerinde suç unsuru bulunmadığını" belirtmesiyle beraat etti ve mahkemece serbest bırakıldı.
Oktar'ın Darwinizm'in nasıl büyük bir aldatmaca olduğunu gösteren çalışmaları bu dönemde de sürdü. 1986'da Darwinizm'in iç yüzüyle ilgili tüm değerli araştırmalarını Canlılar ve Evrim kitabında topladı. Bu kitap bilimsel kaynakların ışığında evrim teorisinin açmazını gösteren bir kaynak eser olarak yıllarca tek referans olarak kaldı.

Kokain Komplosu

1991'in ortalarında yaptığı kültürel çalışmalardan rahatsız olan birtakım çevrelerin etkisiyle, Adnan Oktar yeni bir komployla karşı karşıya kaldı. Bu dönemde kendisi, masonluk tarihi ve dünya masonluğunun örgütlenmesiyle ilgili son derece önemli bir kitap çalışması yapıyordu. Oktar'ın annesiyle birlikte yaşadığı Ortaköy'deki evine gelerek arama yapan polisler, yaklaşık iki bin kitaptan oluşan kütüphanede, ellerini attıkları ilk kitabın içinde bir paket kokain buldular.
Bu olaydan hemen sonra, o günlerde İzmir'de birkaç arkadaşıyla birlikte olan Adnan Oktar tutuklandı. Daha sonra, 62 saat boyunca alıkonulduğu İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne nakledildi. 62 saat sonunda kokain testi için Adli Tıp Kurumu'na gönderildi. Sonuçlar gerçekten oldukça ilginçti! Adnan Oktar'ın kanında kokainin bir yan ürününün çok yüksek miktarlarda bulunduğu açıklandı.
Ancak daha sonra ortaya konulan delillerin tümü, bu iftiranın sadece bir komplo olduğunu kanıtladı. Öncelikle Adnan Oktar'ın evinde bulunduğu iddia edilen kokainin komplonun bir parçası olduğu ortaya çıktı. Bu komplodan kısa bir süre önce Adnan Oktar kendisine karşı gizli bir planın kurulmaya başlandığını hissetmiş ve Ortaköy'deki evinden ayrılmıştı. Sonra annesini arayıp kendisine karşı bir komplo kurulmasının muhtemel olduğunu söylemiş ve annesinden şahit olmaları için birkaç kişiyle birlikte evi temizleyip kontrol etmesini istemişti. Bunun üzerine Adnan Oktar'ın annesi Mediha Oktar komşularından birini ve kapıcılarını çağırmış ve hep beraber evi iyice temizleyip kitaplıktaki kitapların teker teker tozunu almışlardı. Adnan Oktar'ın bu temizlikten sonra eve hiç gitmediği gerçeğine rağmen, 16 polis memuru eve operasyon düzenlemiş ve eve girer girmez kitapların arasında "bir paket kokain" bulmuştu. Mediha Hanım'ın komşusu ve kapıcısı, olaydan sonra "Adnan Oktar'ın kütüphanesini hep beraber detaylıca temizledik, orada böyle bir paket yoktu" diye noter tasdikli bir ifade vermişlerdir.
Kokain komplosunun ikinci aşaması, yani Adnan Oktar'ın kanında çıkartılan kokain yan maddesi konusu da, bilimsel ve adli delillerle çürütülmüştür. Adnan Oktar emniyette 62 saat kalmış, tahlil bundan sonra yapılmıştı. Ancak kokainin kandaki yan maddesine bakılarak, kaç saat önce ne kadar kokain alınmış olduğu bilimsel olarak hesaplanabiliyordu. Adnan Oktar'ın kanında çıkartılan kokain dozu ise, 62 saat önceden alınmış olsa, Adnan Oktar'ın ölümüne neden olacak kadar yüksek bir dozdu. Bu durum, kokainin Adnan Oktar'ın vücuduna, 62 saatten çok daha kısa bir süre önce, yani gözaltında bulunduğu sırada girdiğini gösteriyordu. Yani kokain, Adnan Oktar'a gözaltındayken, yemeğine karıştırılmak suretiyle verilmişti.Bu gerçek, aralarında Scotland Yard'ın da bulunduğu 30'a yakın uluslararası adli tıp kurumu tarafından teyit edildi. Hepsinin de, incelemeleri için kendilerine gönderilen dosya hakkındaki ortak cevabı şöyleydi: Kokain Adnan Oktar'a göz altındayken yemeğine karıştırılarak verilmiştir. Olay komplodur.
Daha sonra Türk Adli Tıp Kurumu da kokainin gözaltında yemeğine karıştırılmak suretiyle verildiğini teyid etti ve Adnan Oktar mahkemede beraat ederek aklandı.
Ancak kokain olayı çok önemli bir hususu gösteriyordu: Adnan Oktar'a husumet besleyen ve her türlü kirli yöntemi devreye sokarak onu yolundan döndürmeyi amaçlayan bazı karanlık odaklar vardı. Adnan Oktar'ı daha önce hapis ve baskıyla yıldırmaya çalışan söz konusu güç odakları, bu kez bir komploya başvurmayı tercih etmişlerdi.
Tıp Kurumlarının vermiş olduğu, kokainin Adnan Oktar'ın vücuduna 62 saatten çok daha kısa bir süre önce, yani gözaltında bulunduğu sırada girdiğini ispat eden raporlardan bir kısmının orijinallerini buradan görebilirsiniz:
1-Institut für Rechtsmedizin der üniversitat münchen
2- aachen üniversitesi adli tıp enstitüsü
3- adalet bakanlığı adli tıp kurumu başkanlığı 5.ihtisas kurulu
4- adalet bakanlığı adli tıp kurumu başkanlığı
5- adli tıp raporlarında en önemli kaynak olarak kullanılan prof. dr. johhn ambre ye ait cizelge grafik
6- basel polis ve askeri merkezi adli tıp laboratuarı
7- bonn rheinischen friedrich-wilhelms üniversitesi adli tıp enstitüsü
8- fransa içişleri bakanlığı polis laboratuarı
9- glasgow üniversitesi adli tıp enstitüsü
10- istanbul üniversitesi cerrahpaşa tıp fakültesi adli tıp enstitüsü
11- kantonsspital st.Gallen , institut für gerichtliche medizin
12- padova üniversitesi profesörü davide ferrara
13- prof dr. h. w. raudonat - zentrum der rechtsmedizin
14- tübingen üniversitesi adli tıp enstitüsü
15- üniversita degli studi di parma facolta dı medicina e chirurgia
16- viyana üniversitesi adli tıp enstitüsü

Adnan Oktar'ın Kitap Çalışmaları

Oktar, 1991'den sonra bütün zamanını kitapları üzerinde çalışmaya ayırdı. Tüm vaktini evinde geçirdi.
Harun Yahya, müstear ismiyle, birbirinden değerli yüzlerce kitap yazdı. Özellikle Darwinizm'i bilimsel olarak çürüten eserler, bilim dünyasında büyük yankı uyandırdı. Evrimci yayınlarıyla tanınan New Scientist dergisinin 22 Nisan 2000 tarihli sayısındaki ifadeyle evrim teorisinin yanlışlığının ve yaratılış gerçeğinin anlatılması konusunda Sayın Oktar "uluslararası bir kahraman" haline geldi. Sayın Oktar'ın materyalizm ve Darwinizm'e karşı verdiği fikri mücadele sık sık National Geographic, Science, New Scientist, NSCE Reports gibi çoğunluğu evrimci olan yabancı yayın organlarında da gündeme getirildi. Örneğin National Geographic dergisinin Kasım 2004 tarihli İngilizce ve Almanca baskılarında, Adnan Oktar'ın, Yaratılış Gerçeği ile ilgili çalışmalarından bahsedilmiş, Evrim Aldatmacası adlı kitabından şöyle bir alıntıya yer verilmiştir: "Bu teori, dünya sistemini yönlendiren güçler tarafından bizlere empoze edilmeye çalışılan bir aldatmacadan başka birşey değildir."
Adnan Oktar'ın eserleri Hindistan'dan Amerika'ya, İngiltere'den Endonezya'ya, Polonya'dan Bosna'ya, İspanya'ya ve Brezilya'ya kadar dünyanın pek çok ülkesinde beğeniyle okunmaktadır. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Urduca, Çince, Arapça, Arnavutça, Rusça, Boşnakça, Uygurca, Endonezyaca, Azerice, Bengolice, Bulgarca, Danimarkaca, Lehçe, Malezyaca, Portekizce, Sırpça, Hollandaca, İbranice, Macarca, Fince, Farsça, Hausa, Dhivehi dili, Hindice, İsveççe, Japonca, Kırgızca, Kishwahili, Malayalam, Norveççe, Romence, Tamil, Telagu, Thai dili gibi hemen her dile çevrilen eserler yurtdışında geniş bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Dünyanın dört bir yanında olağanüstü takdir toplayan bu eserler pek çok insanın iman etmesine, pek çoğunun da imanında derinleşmesine vesile olmaktadır. Kitapları okuyan, inceleyen her kişi, bu derin farklılığın ve faydanın, eserlerdeki hikmetli, akılcı, kolay anlaşılır ve samimi üslubun farkına varmaktadır. Bu eserler süratli etki, kesin netice, itiraz edilemezlik, çürütülemezlik özellikleri taşımaktadır. Eserlerin her birinde hiç kimsenin reddedemeyeceği, samimi, açık, ispatlı bir anlatım vardır. Kuşkusuz bu özellikler, Allah'ın nasip ettiği bir hikmet ve anlatım çarpıcılığından kaynaklanmaktadır.

Adnan Oktar'ın Yeniden Baskıyla Karşılaşması

Tüm bu fedakarane çalışmalar bazı çevreleri oldukça rahatsız etti ve "endişelendirdi". Materyalist ve mason çevrelerin provokasyonlarıyla, bu faaliyetlere karşı bir iftira kampanyası başlatıldı. Amaç, evrim teorisini çürüten her bilimsel çalışmayı kendilerince önlemekti. Fikren Adnan Oktar'ın çalışmalarına karşılık veremeyenler, iftiralar ve ithamlarla bu çalışmaları etkisiz hale getirmeyi hedeflediler.
1999 yılının Kasım ayında, Adnan Oktar yeni bir baskıyla karşı karşıya kaldı. Bu, tam olarak üç ciltlik büyük kitabı Global Masonluk'un yayınlanmak üzere olduğuyla ilgili haberlerin yayıldığı zamana denk geliyordu. Adnan Oktar'ın fikri mücadelesine başladığı ilk günlerden itibaren, çeşitli iftiralar, komplolar, yalan haberler ve suçlamalarla kendisini yıldırmaya, din ahlakını yaymaktan alıkoymaya çalışan birtakım karanlık odaklar yine devreye girdi.
Bu odakların provokasyonları ve yanlış bilgilendirmeleri neticesinde, 12 Kasım 1999'da, Bilim Araştırma Vakfı mensuplarının evlerine ve iş yerlerine bir polis baskını düzenlendi. Operasyonda hiçbir suç unsuruna rastlanmadı, hiçbir gayri ahlaki manzarayla karşılaşılmadı. Buna rağmen tümü birbiriyle çelişen akılalmaz yalanlar ve iftiralar her gün basında yer aldı. Bu operasyon neticesinde hiçbir hukuki delil öne sürülmeksizin, Adnan Oktar 9 ay cezaevinde tutuldu.
Tüm bu yaşananlar sırasında, Sayın Adnan Oktar, tevekkülü ve teslimiyetiyle çevresindekilere her zaman örnek oldu. Tarih boyunca yaşamış tüm müminlerin benzer olaylarla imtihan edildiğini, yaşanan her olayınAllah Katında belirlenmiş bir kader olduğunu ve hepsinin pek çok hayır ve hikmetle yaratıldığını etrafındakilere hatırlattı. Başlarına ne gelirse gelsin müminlerin her zaman itidalli, neşeli, azimli ve teslimiyetli olmaları gerektiğini söyledi.
Kendisine çeşitli komplolar kuran, akıl ve mantık dışı iftiralarla karalamaya çalışanlara karşıysa her zaman affedici ve merhamet edici oldu. Yüce Allah'ın "...Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır..." (Fussilet Suresi, 34) ayetiyle bildirdiği ahlaka uyan Adnan Oktar, 12 Kasım 1999 tarihinde yaşanan olaylarla gündeme gelen suçlamaların hepsinden, mahkeme aşamasında elde edilen delillerle aklanmıştır. Bugün halen kitap çalışmalarına devam etmekte ve insanları güzel ahlakı yaşamaya çağırmaktadır.

Ses Kaseti:Hücredeki Yaratılış Mucizesi

Bir canlı hücresinin içinde, tüm yaşamımız boyunca gördüğümüz teknolojik ürünlerin hepsinden çok daha üstün bir "teknoloji" vardır. Bu kaset, hücre içindeki bu olağanüstü tasarımı gözler önüne sererek, yaratılışın apaçık bir delilini ortaya koymaktadır.

İndirmek İçin Tıklayınız:http://www.harunyahya.org/download/download.php?id=16543

30 Ekim 2007 Salı

20 Milyon Yıllık Örümcek Fosili ve Evrimin İmkansızlığı

Karıncalardan ağaçlara, yarasalardan köpek balıklarına kadar çok çeşitli türlere ait yaşayan fosiller mevcuttur. Bu durum, doğa tarihi boyunca hiçbir evrimleşme yaşanmadığının kesin bir belgesidir. Manchester Üniversitesi'nde bir araştırmacı olan Dr. David Penney tarafından bulunan, kan içeren ilk örnek olma özelliğindeki örümcek fosili de son dönemlerde "yaşayan fosiller" listesine eklenen ve tarih boyunca evrim yaşanmadığını kanıtlayan açık örneklerden yalnızca biridir. Reçine İçinde 20 Milyon Yıl Gizlenen Mucize "Yaklaşık yirmi milyon yıl önce ağaçtan yukarı tırmanmakta olan bir örümcek, üzerine aniden akan reçinenin içinde hapsoldu ve öldü." Manchester Üniversitesi'nden Dr. David Penney, reçine içinde bulduğu örümcek fosilini böyle açıklamaktadır. Araştırmacı, fosili, Dominik Cumhuriyeti'ne 2003 yılında yaptığı bir ziyaret sırasında buldu. Fosil üzerinde daha sonra gerçekleştirdiği araştırmalar ise şaşırtıcı bir bulgu ortaya koydu. Örümcekten iki minik damla kan yirmi milyon yıl boyunca bozulmadan kalmış, günümüze ulaşabilmişti. Böylece Penney'nin fosili, kan içeren ilk örnek olarak literatüre geçti. Bilim çevrelerinde heyecan uyandıran fosil... Bilim adamları daha ileri araştırmalar için örümcek fosilinin kanından DNA elde edebilmeyi umduklarını açıklamışlardır. İçindeki kan örneğiyle bir ilk olan örümcek fosilinin bilim çevrelerinde ne denli büyük bir heyecana sebep olduğu, fosili bulan Dr. Penney'nin ifadelerinden de açıkça anlaşılmaktadır: "İçinde tek bir örümcek barındıran bir tutam reçinenin günümüzden yirmi milyon yıl öncesine bir pencere açabilecek olması harika... Örümceğin bedeninin reçinedeki kana göre pozisyonunu analiz ederek nasıl öldüğünü, o anda hangi yöne gitmekte olduğunu ve hatta hangi hızda hareket ettiğini dahi bulmamız mümkün olabilecek". Evrimci Bir Bilim Adamının İtirafı "Bazı insanlar fosillerin, Darwin'in hayatın tarihi hakkındaki görüşlerine kanıt olduğunu zanneder. Oysa ki bu kesinlikle yanlış bir düşüncedir." (Dr. David Raup (Chicago Doğa Tarihi Müzesi, Jeoloji Bölümü Başkanı) SBS Vital Topics, David B. Loughran, Nisan 1996, Stewarton Bible School, Stewarton, Scotland) Örümcek Fosilinden Evrim Teorisine Darbe
Detayları Paleontology bilimsel dergisinde (2005, cilt. 48, bölüm 5) yayınlanan fosil bulgusu, örümceklerin yirmi milyon yıllık geçmişi hakkında çok önemli bir başka bilgi de sağlamaktadır: Söz konusu örümcek, günümüzde Güney Amerika'da yaygın olarak bulunan Filistitatidae örümcek ailesine ait ve yaşamakta olan örneklerinden farksız. Bu ise onu bir "yaşayan fosil" yapmaktadır.
Yaşayan fosiller, günümüzdeki örnekleriyle fosil örnekleri arasında farklılık bulunmayan, dolayısıyla türlerin milyonlarca yıl boyunca hiçbir evrim geçirmediği gerçeğine ayna tutan kanıtlardır. Bu yönleriyle evrim teorisine ağır bir darbe oluşturmaktadırlar.
Evrim teorisi, ancak değişen çevre şartlarına uyum sağlayabilen canlıların hayatta kalacağını, hayali birtakım rastlantısal değişimlerin etkisiyle canlıların bu süreçte başka canlılara evrimleşeceğini iddia etmektedir. Yaşayan fosiller ise teorinin türlerin zaman içinde değişen şartlara göre değişim geçireceği iddiasının asılsız bir hikayeden ibaret olduğunu ortaya koymaktadır.
Penney'nin örümcek fosili de evrim teorisine tüm bu gerçekler doğrultusunda son bir darbe oluşturmuştur. Çünkü bu fosil, örümceklerin yirmi milyon yıl gibi çok uzun süre boyunca dahi çevre şartlarındaki değişimden etkilenmediklerini, anatomik özelliklerini aynen koruduklarını kanıtlamaktadır. Rakamlarla Örümcek Dünyası...
Kapı tuzaklı örümcekler, yaptıkları yuvada 10 yıl boyunca yaşayabilirler. Bütün ömrünü bu karanlık tünelde geçiren örümcek hemen hemen hiç dışarı çıkmaz. Avını yakalamak için kapağı açtığında bile, arka ayaklarını yuvadan çıkarmaz.
Örümcek ipliklerinin kimyasının anlaşılması için yapılan araştırmalar sırasında iplikler, örümceklerden özel makineler sayesinde sağılır. Böylece örümceklere zarar vermeden hayvan başına günde 320 metre ipek (yaklaşık 3 miligram) elde edilebilmektedir.
Boyları 2.5 - 3 cm kadar olan Güneybatı Afrika'da Namibia çölünde yaşayan bazı örümcek türleri, saniyede 2 metre gibi oldukça büyük bir hıza erişebilirler. Bu hızın tam olarak anlaşılması için şöyle bir örnek verilebilir. Örümceklerin tekerlek şekline getirdikleri gövdelerinin devir sayısı, saatte 40 kilometre hızla giden bir arabanın tekerleklerinin dönüş sayısı kadardır.
Örümcek ipeği kendi kalınlığındaki çelikten beş kat daha sağlamdır. Kauçuktan daha esnektir. Kendi uzunluğunun dört katı kadar uzayabilir ve son derece hafiftir. Bunu şöyle bir örnekle de açıklayabiliriz: Dünyanın çevresini dolaşacak bir örümcek ipliğinin ağırlığı sadece 320 gramdır. ("Structure and Properties of Spider Silk", Endeavour, Ocak 1986, sayı 10, s. 42)

Balarısı Mücizesi


Arıların olağanüstü özelliklerini incelediğimizde, bu canlıların insanların bile başaramayacakları işleri kolaylıkla yaptığını görürüz. Olağanüstü hassas hesaplar yapar, plan örnekleri sergilerler. Bunun sırrı ise, bu canlılara verilmiş olan İlahi emirdir: Kuran'da balarısının Allah'tan gelen özel bir ilhamla hareket ettiği haber verilmektedir.




İndirmek için Tıklayınız:http://www.harunyahya.org/bilim/hy_balarisi_mucizesi/arigiris.html

Web Sitesi: basindaharunyahya.com

Özellikle Darwinizm'i bilimsel olarak çürüten eserleri, bilim dünyasında büyük yankı uyandıran Adnan Oktar, Harun Yahya müstear ismiyle, birbirinden değerli yüzlerce kitap yazmıştır. Dünyanın dört bir yanında olağanüstü takdir toplayan bu eserler pek çok insanın iman etmesine, pek çoğunun da imanında derinleşmesine vesile olmaktadır. Adnan Oktar’ın birçok gazete ve dergide yayınlanan makalelerine bu siteden ulaşabilirsiniz. Ayrıca gazetelerde yer alan çeşitli ilanlara da siteden kolay erişim bulacaksınız. Hızlı Menü seçeneğinden site içinde arama yapabilir, diğer sitelerde yer alan Harun Yahya sayfalarına ulaşabilirsiniz.

Fransız Öğrenciler Evrim Teorisine Karşı Direniyor

Fransa'nın lider günlük gazetelerinden Le Figaro gazetesi, 18 Ekim 2007 tarihinde Yaratılış Atlası'nın Fransa'daki etkilerini yeniden değerlendirdi. 400.000 tirajlı gazetedeki söz konusu haber, "Darwinizm Tartışması Fransa'da Gittikçe Yaygınlaşıyor" başlığı ile yer aldı. Fransa'da "derslerin içeriğini protesto eden öğrenci sayısının gittikçe artmasından" ve "bazı öğrencilerin ısrarlı sorularına karşı nasıl cevap vereceklerini bilemeyen öğretmenler"den bahsedilen haberde, "Yıllardır ABD’yi kasıp kavuran insanın yaratılışı tartışması, Fransız okullarını da sallamaya başladı." denilmekte.
Ayrıca Yaratılış Atlası'nın Paristeki kitapçılarda satıldığı bildirilen haberde, "İnternet Sitelerinin Etkisi" alt başlığı ile şöyle aktarıldı:
Yaratılışçı sitelerin etkisi ve bu teorilerin gittikçe yayılıyor olması, önemli bir gerçek. Geçen Şubat ayında okullar, 770 sayfa boyunca Darwinizm'i inkar eden Yaratılış Atlası isimli lüks bir kitabı postadan teslim aldılar. Harun Yahya isimli bir Türk tarafından yazılan eser, Türkiye ve Almanya’dan gönderilmişti ve "evrimcilerin aldatmacalarını, yanıltıcı iddialarını" herkese duyurmayı amaçlıyordu..."
Le Figaro gazetesi, Fransa'daki öğrencilerin evrim teorisine karşı tepkisini ise şöyle anlattı:
Başka bir eğitmen, bir tarih öğretmeni, kontrol ettiği ödevler arasında, internetten araştırılarak yapılmış ve neredeyse yarısını, öğrencilerinin inatla desteklediği yaratılış teorisinin oluşturduğu, bir ödeve rastladı. Bu tür konular genç Müslümanları, bazı Adventist Protestan kiliselerine bağlı öğrencileri, özellikle genç Yahova şahitlerini, aynı zamanda Katolikleri ve genç Yahudileri etkiliyor. Paris’in geleneksel Yahudi mahallelerindeki okullarda eğitim veren bazı öğretmenler, artık "evrim teorisine karşı gittikçe daha belirginleşen bir direnme" hissettiklerini bildiriyorlar... [Evrim teorisine şüphe ile yaklaşan] bu öğrencilerin içinde en sert olanları, derste susma ve kınayıcı bir hava içinde izleme eğiliminde oluyorlar...

28 Ekim 2007 Pazar

Ağaçlardaki Mühendislik Harikası

Ağaçlar ihtiyaçları olan suyu kökleri aracılığı ile topraktan alırlar. Metrelerce uzunluktaki ağaçların en uç dallarındaki yapraklara kadar suyun nasıl ulaştığını, o yüksekliğe hiçbir pompa veya hidrofor sistemi olmadan nasıl çıktığını hiç düşünmüş müydünüz?
Suyun En Uçtaki Yaprağa Taşınması
Ağaçlar ihtiyaçları olan suyu topraktan alarak en uçtaki yapraklarına kadar dışardan hiçbir müdahale olmadan büyük bir başarı ile taşırlar. Bu mükemmel işlemin gerçekleşmesi için ağaçta çok detaylı bir sistem bulunmaktadır. Ağacın köklerinden gövdesine ve dallarına doğru uzanan ve "odunsu doku" olarak adlandırılan ince borulardan oluşan bir sistem, suyu taşır. Ancak suyun, ağaç içine yerleştirilen bu su borularından bir şekilde yukarıya doğru çekilmesi gerekmektedir. Bu işlem ise, fizik kurallarının kusursuz uyumu sayesinde gerçekleşir. Her yaprakta karbondioksitin girip suyun buharlaştığı küçük gözenekler bulunur. Su molekülleri yapıları gereği birbirlerine yapışmaya eğilimlidirler ve su yapraktan buharlaşırken, yapraktaki su altta kalan suyu "çeker". Bu şekilde topraktan ağacın dallarına kadar uzanan bir "yukarıya doğru çekme hareketi" oluşur. Su yaprağa ve sonra havaya doğru hareket ettikçe, odunsu dokuda bir gerilim meydana gelerek köklerden daha fazla su çekilir.

Suyun Taşınmasındaki Mucizevi Sistemler
Tek bir gözenek, ağacın içinde bulunan suya sadece çok az bir çekme kuvveti uygulayabilir. Ancak ağacın tüm yapraklarının üzerinde bulunan çok sayıda gözenek bir araya geldiğinde, büyük bir ağaçta bir gün içinde 400 litreden fazla su çekebilecek bir güç oluştururlar. Bu tasarımın en muhteşem özelliklerinden biri ise, ağacın bu hidrolik taşıma sisteminin çalışması için bir çaba harcamamasıdır. Daha kuru olan hava, suyu ağaçtan daha güçlü bir biçimde dışarı çeker. Buharlaşma suyu yukarıya doğru çekerken, su moleküllerinin birbirlerini çekmeleri nedeniyle biraz direnç meydana gelir ve su lastik bir bant gibi esner. Bu işlemin sonucunda su kolonunda bir boşluk oluşur ve bir hava kabarcığı şeklini alır. Hava kabarcığının oluşturduğu boşluk giderilmeden, ağaç köklerinden yukarıya su çekilemez. Buna karşın, ağaçlar su kolonlarının bu tür hareket etmesini önleyecek bir uyuma sahiptirler. Suyun gözenekleri terk ederken oluşturduğu gerilim belirli bir seviyeyi aşarsa, bazı yaprakların üzerinde bulunan delikler hemen kapanırlar ve buharlaşmanın çekim etkisini azaltırlar. Böylece hava kabarcığı oluşması engellenir ve dolayısıyla ağacın dallarının ve yapraklarının susuz kalması ve ağacın ölmesinin önüne geçilmiş olur.

Bu Karmaşık Sistem Tesadüfen Oluşamaz

Her gün defalarca önlerinden geçip gittiğimiz ağaçlarda böylesine mükemmel bir sistem yer almaktadır. Dahası, burada anlatılanlar, ağaçların sahip olduğu kusursuz tasarımın sadece küçük bir parçasıdır. Sadece suyun ağacın her noktasına ulaşması için, ağaçların yapısında fizik kuralları ve mühendislik bilgileri bir arada kullanılmış ve kusursuz bir denge ve tasarım oluşmuştur. Evrimciler, tüm bu kusursuzluğun tesadüfen geliştiğini iddia ederler. Evrimcilere göre tesadüfler önce su moleküllerinin birbirini çekmesi, buharlaşma, gerilim vs. gibi fizik kurallarını ağaçlarda kullanmışlardır. Sonra bir mühendis gibi düşünmüşler ve ağaçların içine su borularını döşeyerek, böyle mühendislik harikası bir sistem meydana getirmişlerdir. Elbette ki bu açıklama tamamen bir kandırmacadan ibarettir. Yeryüzünde var olan binlerce tür bitkideki karmaşık sistemlerin yaratıcısı göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan herşeyin Rabbi olan Yüce Allah'tır. Ağaçlardaki bu mükemmel sistem, Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah'ın varlığının ve büyüklüğünün sonsuz sayıdaki delillerinden yalnızca biridir. (Harun Yahya, Tohum Mucizesi)

Yapraklar Sonbaharda Neden Dökülür?

Sonbahar yaklaşıp günler kısalmaya başladığında, yaprak hücreleri sonbaharın gelmek üzere olduğunu anlar. Bunun üzerine ilk olarak yaprağın büyüme hormonu, üreme oranını düşürmeye başlar. Bu işlemin ardından, yaprak sapının dala bağlandığı noktada yeni hücreler ürer. Bu hücreler, sanki biri kendilerine ne yapmaları gerektiğini bildirmiş gibi bu bağlantı noktasının üzerinde mantardan bir yatak oluştururlar. Bu noktaya "Apsis noktası" denir. Bu mantardan yatak, yaprağın dala olan bağlantısını oldukça zayıflatır. Tam bu sırada, yaprak hücreleri bu sefer "etilen" olarak bilinen yeni bir hormon üretmeye başlarlar. Bu gaz biçimindeki hormon yaprağın dala bağlantısının zayıflatılması işlemini daha da hızlandırır. Bağlantının zayıflamasıyla yaprak en ufak bir esintide dahi daldan düşecek duruma gelir. Hücrelerin görevi, yaprağın düşmesi ile tamamlanmaz. Bu defa hücreler, apsis noktasında, yaprağın kopmasından meydana gelen yaranın üzerini hemen bir mantar tabakası ile kaplar ve böylece yarayı tedavi ederler. Her sonbahar yerde gördüğünüz yapraklar, burada kısaca anlatılan biyokimyasal olaylardan geçerek dökülürler. Belki bugüne kadar varlığını hiç düşünmediğimiz bu ağaç hücreleri, ardı ardına gerçekleştirdikleri işlemlerle adeta akıl ve bilinç gösterisi yapmaktadırlar. Bir düşünelim:
Ağaç hücreleri, sonbaharın gelmek üzere olduğunu nasıl anlayabilmektedir?
Sonbaharın yaklaştığını anladığında hangi irade, akıl ve bilinçle yaprakları üzerinden atmak için hazırlık yapmaya başlamaktadır?
Bu hücreler, büyüme hormonu, mantar, etilen gibi kompleks kimyasal maddeleri üretmeyi, bunların formüllerini, etkilerini, faydalarını nereden bilmektedirler?
Aynı hücreler, ağacın yarası olduğunu nasıl fark edip, bu yaranın mantarla tedavi olacağını nasıl bilmektedirler?
Bunların dışında bu hücreler, aynı hormonları neden yazın veya ilkbaharda değil de, sadece sonbaharda üretmektedirler? Onlara bu emri veren, bu yolu gösteren kimdir?Bilinç, akıl ve bilgi sahibi olmayan atomların birleşip, bu kadar kapsamlı ve organize bir olayı, yüz milyonlarca yıldır, dünyanın her köşesinde, trilyonlarca ağaçta, hiçbir zaman aksatmadan ve şaşırmadan sürdürmeleri kesinlikle imkansızdır. Tüm ağaç hücrelerine yaptıkları işleri ilham eden, onlara emriyle istediklerini yaptırtan elbette ki sonsuz kudret, akıl ve bilgi sahibi olan Rabbimiz Allah'tır

EVRİMİN MOLEKÜLER AÇMAZI 1 - HÜCRENİN KOMPLEKS YAPISI





Pek çok bilim adamı hücrenin kompleks yapısını, gerçekleştirdiği bilgi ve plan gerektiren işlemleri tarif edebilmek için birtakım benzetmelere başvurur. Kimileri hücreyi özel olarak tasarlanmış uzay gemileriyle, kimileri en gelişmiş şehir merkezleriyle, kimileri ise en teknolojik ortamdan bile daha ileri düzeydeki laboratuvar ortamlarıyla karşılaştırır. Ancak her defasında bu benzetmelerin ardından, hücrenin tüm anlatılanlardan çok daha kompleks olduğunu ifade ederler. Bu filmde de insan vücudunu oluşturan 100 trilyon hücreden sadece bir tanesinin içindeki, hiç durup dinlenmeden gerçekleşen olağanüstü faaliyetleri izleyeceksiniz.

BÖCEKLERDE KİMYASAL İLETİŞİM: FEROMONLAR

Karıncalar yuvalarını, balarıları da kovanlarını çok uzaklara gitseler de şaşırmadan bulurlar. Bazı böcek larvaları tehlike anında hemen bir araya toplanarak korunurlar. Pek çok hayvan da yaşadıkları alan üzerinde belirgin bir hakimiyete sahiptir. Bunların yanı sıra tüm böcek türlerinde çiftleşmek isteyen erkek ve dişiler uzak mesafelerde de olsalar birbirlerini kolaylıkla bulurlar. Bu davranışlardaki ortak nokta; tümünün bir tür haberleşme sayesinde gerçekleşiyor olmasıdır.
Pek çok canlı türü haberleşmek için bir tür işaret kullanır. Böceklerin kullandıkları işaretin adı 'feromon'dur. Feromon "hormon taşıyıcıları" anlamındadır ve aynı türün üyeleri arasında kullanılan kimyasal maddelerdir. Genellikle özel bezlerde üretilerek çevreye bırakılırlar. Böceklerin davranışlarında değişikliklere neden olurlar.
Feromonlar, önceleri hormonlarla eşdeğer tutulmuştur. Hormonlar gibi az miktarda salgılanmalarına ve belirli bir yaşamsal işlevi yerine getirme görevini üstlenmelerine karşın, vücut dışına salgılanmaları onları hormonlardan ayırır. Feromonlar genellikle türe özgüdür. Çok farklı işlevleri yerine getirenleri ve değişik bileşimlerde olanları da vardır. Yayılma yetenekleri oldukça yüksek olan feromonlar 7-8 km gibi muazzam bir uzaklıktan bile etkili olabilmektedirler. Uzaklık, sıcaklık, rüzgâr ve nem gibi etmenler de feromonların etkisini azaltıp çoğaltabilir.
Feromonlar; iz bırakma-işaretleme, alarm, toplanma, birlikte yaşayan böceklerde kraliçe yetiştirilmesi ya da eşeysel olgunluğun kontrolü gibi işlerde kullanılırlar. Ayrıca koku yoluyla etkili olan cinsiyet feromonları da vardır.
Feromon kullanarak haberleşen canlılarla ilgili verilecek bilgiler okunurken akılda tutulması gereken çok önemli bir nokta vardır. Her türün kullandığı formül kendine özgüdür. İçerdiği kimyasal maddeler ayrıdır. Hem bu maddeyi salgılayan hem de salgılanan madde ile iletilmek istenen mesajı algılayan canlı bu formülden haberdardır. Ayrıca ilerleyen sayfalarda görüleceği gibi başka türe ait formülleri çözen ve taklit eden canlılar da vardır.

• Feromonlarla Haberleşme
Feromonları izleyerek haberleşme şekline daha çok arı, karınca, termit gibi birlikte yaşayan böceklerde rastlanır. Toprağa bırakılan kimyasal izler, böceklerin gezindiği tüm ortamlarda, ağaçlarda, dallarda, yapraklarda ve meyvelerde olabilir. Havadaki izler ise uçan böcekler tarafından bırakılır ve sürekli yenilenmeleri gerekir. Koku yoluyla etkili olan cinsiyet feromonları bu gruba girer.
Böcekler boyutlarının küçüklüğü, uçabilme ve hızlı hareket edebilme gibi özellikleri nedeniyle, çok geniş alanlara yayılabilirler. Bu özellikleri, üremeleri için ilk anda sorun oluşturacakmış gibi düşünülebilir. Ancak bu durum, feromonlar sayesinde ortadan kalkmıştır.
Koku yoluyla etkili olan cinsiyet feromonları erkek ve dişi böceklerin birbirlerini bulmalarını sağlar. Örneğin Limantridae ailesinden bir kelebek türünde, dişinin vücudunun son kısmından havaya salgıladığı kokuyu erkek güçlü antenleriyle algılar. Erkeğin 8 kilometre gibi muazzam bir uzaklıktan bile algılayabildiği bu çekici kokuyu, hiçbir koku bastıramaz. Bu türün dişisi kanatsız olması nedeniyle hareketsizdir. Erkek, dişinin yalnızca kokusuna kapılarak onu bulur ve çiftleşme gerçekleşir.5
Feromonlarla iletişim konusunda bir başka şaşırtıcı örneğe de kiraz sineklerinde (Rhagoletis cerasi) rastlarız. Kiraz sineği, yumurtalarını kiraz meyvesine koyduktan sonra, vücudundan salgıladığı bir feromonu meyveye bırakarak yumurtalarını korur. Bu meyveye daha sonra gelen ikinci bir sinek, feromonun varlığını fark eder ve mesajı anlar. Yumurtalarını bırakmak üzere başka bir kiraz ağacı aramak için hemen uzaklaşır.6
Bagworm güvelerinin ise feromonlar olmadan soylarını devam ettirmesi mümkün değildir. Bu güve türü düşmanlarından korunmak için larva dönemlerinde kendisine bir nevi kamuflaj çantası yapar. Larva çantayı yaparken üzerinde yaşadığı bitkiden topladığı yaprak ve ağaç dalları gibi malzemeleri kullanır. Bagworm güveleri çantalarını hiç terk etmeden yaşamlarını sürdürürler. Öyle ki beslenirken bile çantalarından ayrılmazlar. Özellikle dişiler yetişkin hale gelseler de kanatları ve bacakları olmadığı için çantalarını terk edemezler.
Çiftleşme de bu kozanın içinde, dişilerin salgıladığı özel bir feromon sayesinde gerçekleşir. Dişi çiftleşmek için hazır olduğunda çantasını yumuşatarak gevşeten bir kimyasal madde salgılar. Bu madde erkek güvenin kozanın içine girmesini kolaylaştıracaktır. Dişinin salgıladığı cinsellik feromonunu fark eden erkek güve, dokusu yumuşamış olan çantanın içinde küçük bir delik açar ve hiç görmediği dişiyle çiftleşir. Ardından dişi çantanın içerisine yumurtalarını bırakır. Erkeğin açtığı boşluğu tıkamak için de dişi, vücudunda başka bir madde üretir. Bu işlemlerden kısa bir süre sonra da ölür. Tırtıllar yumurtalarından çıktıklarında çantayı aşındırarak dışarı çıkarlar ve yeni çantalar üreterek gelişimlerini sürdürürler.7
Buraya kadar verilen örneklerde çok açık olarak görülen bir gerçek vardır. Bu canlılar mükemmel işler başarmaktadırlar. Kendi türlerine ait olan kokuyu hemen tanımakta hatta kilometrelerce uzakta bile olsa bu kokuyu algılamaktadırlar. Bugünkü teknoloji ile bir insanın ya da bir makinenin kilometrelerce uzaktaki bir kokuyu fark etmesi mümkün değildir. Buna rağmen 1-2 cm.'lik böcekler vücutlarındaki özel tasarlanmış algılayıcılarını kullanarak kokuları fark edebilirler. Allah bu canlıları mükemmel sistemlerle yaratmıştır. Benzersiz şekilde yaratan Allah çok yücedir.
Keskin hatlarıyla göze çarpan Barred Sulphur türü, Florida'nın en yaygın kelebeklerinden biridir. Erkeğin ön kanatlarının üst kısmının kenarlarından siyah bir hat geçmektedir. Dişilerde bu siyah bölüm yoktur. Erkek kelebeklerdeki bu siyah hat üzerinde koku pulları bulunur. Bu pullar dişiyi etkileyen ve erkeğin bulunduğu yere çeken özel bir parfüm yaymaktadır.8
Erkek Io güvesinin başında tüy benzeri duyargaları vardır. Bu duyargalar güvenin mükemmel koku alma duyusunun kaynağıdır ve 1.5 kilometreden daha uzak bir yerden eşini fark etmesini ve yerini tespit etmesini sağlamaktadır.9

• Feromonların Genel Özellikleri
Bazı böceklerdeki cinsiyet hormonları günün belirli zamanlarında bırakılır. Örneğin Sporganothis pilleriana kelebekleri, cinsiyet feromonlarını her zaman için gündüz 11.00-16.00 saatleri arasında bırakırlar. Apis mellifera türü balarılarında ise, dişinin cinsiyet feromonu salgılaması bütün yaşamı boyunca sürer. Bu arı türünün çiftleşmeden sonra salgıladığı feromon, kovan içinde kargaşaya neden olacak yeni bir kraliçe arının yetişmesini engeller.
Birarada yaşayan böceklerde feromonlar besin alışverişine de yarar. Ayrıca koloninin savunulmasına yardımcı olan feromonlar da vardır. Koloni üyeleri bu feromonlar sayesinde birbirlerini tanır ve bu kokuya sahip olmayan yabancıları koloniye almazlar.
Örneğin tatlı arılar (Holictidae türü) koloni bütünlüğünü kendilerine özgü bir feromon sayesinde korurlar. Tatlı arılar yuvalarının girişindeki toprak bölümü ve ana yuvanın yukarı bölümlerini özel bir salgı ile kaplarlar. Bu arı türünün salgısı "makrosiklik lakton" ismi verilen kimyasal bir karışımdan oluşur. Kolonideki her bireyin kendine has lakton karışımı vardır ve bu karışım o bireye bir çeşit kimyasal 'parmak izi' sağlar.
Kolonideki işçi arılar, yuvanın girişine ve yukarıdaki tünel bölgelerine kendi salgılarını bırakırlar. Bu şekilde kolonideki tüm bireylerin lakton karışımları birikir. Bu da girişe özel ve kendine has bir yuva kokusu verir. Bu önemlidir çünkü tatlı arıların yaşadıkları bölgelerde yüzlerce yuva birarada bulunur. Girişteki bu koku, geri dönen işçilerin yüzlerce yuvanın içinden kendi yuvalarını tanımalarını sağlar. Ayrıca kovanı koruyan bekçi arılar da, yuva arkadaşlarını dönüşte bu koku sayesinde tanırlar. Görüldüğü gibi bu küçük arılar, insan burnunun kimyasal algılama ve ayırt etme kapasitesinin çok daha üstünde bir seviyede ayırt etme kabiliyetine sahiptirler.10

• Taklit Feromonlar
Feromonlar konusundaki en şaşırtıcı noktalardan biri de bazı canlıların, başka canlıların kullandıkları feromonları taklit edebiliyor olmalarıdır. Örneğin bazı çiçekler böceklerin feromonlara olan duyarlılığından yararlanır ve onları benzer maddeler salgılayarak kandırırlar.
Bununla birlikte feromonlar türlerin devamlılığını sağlama özelliğine de sahiptirler. Orta Amerika'da yaşayan "Florida kraliçesi" adındaki bir kelebek türünün kanatlarının rengi ve deseni bir başka kelebek türünün kanatlarının rengi ve deseni ile çok benzerdir. Bu iki tür, bazen eş bulmak için uğraşırken birbirlerinin renklerine aldansalar da erkek kendi türünden olan dişiyi kokusundan tanır. Erkeğin kendi feromonunun kokusunu alabilmesini kolaylaştırmak için dişi, kanatlarını yelpaze gibi kullanarak, kokuyu erkeğe doğru gönderir. Bu sayede türünün devamı garanti altına alınmış olur.11

• Toplanma Vakti Gelince…
Toplanma feromonları böceklerin dinlenme vakitlerinde salgılanır ve türün diğer bireylerini bir araya toplar. Arı, karınca ve termit gibi böceklerin bir arada yaşamasını sağlayan da bu feromonlardır.
Kabuklu böceklerde (Ipidae ve Scolytidae türlerinde) beslenmek ve yumurta bırakmak için uygun bir ağaç gövdesi bulan bireyler de feromon salgılayarak, koloninin diğer bireylerinin buraya toplanmasını sağlarlar.12
Feromonların böcekler üzerinde ne kadar etkili olduklarını görmek için ateş karıncalarını örnek verelim. Ateş karıncaları iğnelerini yere sürerek arkalarındaki koloni üyelerine kendilerini takip etmeleri için koku izi bırakırlar. Konunun uzmanlarından Harvard Üniversitesi'nden E. O. Wilson bu kokunun etkisi ile ilgili olarak şöyle demiştir:
"Karıncanın bıraktığı 1 miligramlık bir iz feromonu, bir koloniyi dünyanın etrafında üç kere dolaştırabilir."13
Feromonların bu mükemmel etkisi düşünüldüğünde birarada yaşayan böcekler için ne kadar önemli oldukları hemen anlaşılacaktır. Özellikle bir tehlike anında haberleşme sistemindeki herhangi bir aksaklık yaşanması önemli sorunlar yaratabilecektir. Tehlike anlarında salgılanan feromonlar tüm koloniyi alarma geçirecek niteliktedir.
Uçucu özellikte ve kısa süreli etkili olan alarm feromonları birçok türde aynıdır. Herhangi bir tehlike durumunda karıncalarda vücudun son kısmındaki bezlerden, balarılarında iğne bezlerinden, diğer bazı böcek türlerinde ise ağız bölümlerinde bulunan bezlerden feromon salgılanır. Karıncalar saldırma amaçlı toplanmalar için de alarm feromonu salgılarlar. Feromon koloninin biraraya toplanmasını ve çok sayıda bireyin savunmaya katılmasını sağlar.
Örneğin bazı yaprak biti türlerinin böcekler tarafından saldırıya uğradıklarında salgıladıkları alarm feromonu, yakınlarda beslenmekte olan diğer yaprak bitlerinin uzaklaşmasına yol açar. Yaprak bitleri, kendilerini alarma geçiren bu kimyasal salgıları antenlerinin üzerindeki özel duyargalar sayesinde algılar.
Bundan başka termitler de yaptıkları tümseklerde bir yarık fark ettiklerinde alarm yerine geçen bir koku yayarak diğer termitleri deliğin bulunduğu yeri tamir etmeleri ve saldırılara karşı yuvayı korumaları için çağırırlar.
Buraya kadar verilen örneklerde dikkat çeken ortak nokta, bütün canlıların kendi türlerine ait olan feromonun formülünü tanımaları ve bu feromonla bildirilen emri tam olarak uygulamalarıdır. Bir böceğin kimyasal maddeler arasında ayrım yapabilmesi, bu maddenin şifresini çözebilmesi elbette üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Böcekler bu mükemmel işi nasıl başarırlar?
Bunun için öncelikle salgının ne içerdiğini bilmeleri yani analizini yapmaları gerekmektedir. Analiz işlemi içinse teçhizatlı bir laboratuvara ihtiyaç vardır ve elbette ki bu konuda bilgi sahibi olmak da gerekmektedir. Ancak böceklerin vücutlarında ne gelişmiş laboratuvarlar vardır ne de başka bir teknik donanım… Yine de çok başarılı analizler yaparlar ve feromonlarla anlatılmak istenen mesajları tam olarak anlayarak gerekeni yerine getirirler.
Bir insanın bunları yapabilmesi için bir kimya mühendisi gibi eğitim görmüş olması ve belli bir deneyime sahip olması gerekmektedir. Ama böceklerin ne eğitime ne de deneyime ihtiyaçları vardır. Onlar salgıların ne anlama geldiğini anlamak için eğitime ihtiyaç duymazlar, çünkü doğuştan itibaren bunun bilgisine sahiptirler. Kendi türleri ile başka türlerin salgılarını birbirlerine karıştırmazlar (taklit yapılarak kandırılanlar hariç), çünkü onları bu feromonu teşhis etmelerini sağlayacak sistemle birlikte Yüce Allah yaratmıştır.
Allah Yusuf Suresi'ndeki ayetlerde göklerde ve yerde yarattıklarına dikkat çekmekte ve şöyle buyurmaktadır:

Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki üzerinden geçerler de ona sırtlarını dönüp giderler. Onların çoğu Allah'a iman etmezler de ancak şirk katıp-dururlar. (Yusuf Suresi, 105-106)

Bunları Biliyor musunuz 3

Harika Canlılar: Havada Aralıksız Beş Yıl Uçabilen Kırlangıçlar
Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır. (Casiye Suresi, 4)
İsli deniz kırlangıçları (Sooty Terns), hiç durmadan beş yıl uçabilirler. Kırlangıçların dakikada 150 kez kanat çırptığı göz önünde bulundurularak bir hesaplama yapılacak olursa, isli deniz kırlangıcının yere inmeden önce kanatlarını yaklaşık 400 milyar kez çırptığı ortaya çıkar. Bu kuşlar uçuş halindeyken yemek yerler ve yine uçarken uyurlar, sadece çiftleşmek için yere inerler. Bu kuşları gökte bu denli uzun kalabilecek bir yapıda yaratan Alemlerin Rabbi Yüce Allah’tır. Bir Kuran ayetinde dizi dizi uçan kuşlara şöyle dikkat çekilmiştir: Göğün boşluğunda boyun eğdirilmiş (musahhar kılınmış) kuşları görmüyorlar mı? Onları (böyle boşlukta)Allah'tan başkası tutmuyor. Şüphesiz, iman eden bir topluluk için bunda ayetler vardır. (Nahl Suresi, 79)
İnsan Vücudu: Bakıma İhtiyaç Duymayan Sistem: Karaciğer
İnsan vücudunda karaciğere kan getiren iki damar vardır; karaciğer atardamarı ve kapı toplardamarı. Bu iki damar, karaciğerin içinde kapı aralıklarına benzer yollarda ilerleyen ince dallara ayrılır. Bu damarlar vasıtasıyla karaciğerden dakikada 1.5 litre kan geçer. Bu, karaciğerden saatte 90 litre kan geçmesi yani karaciğerin bir gün boyunca 2.160 litre kanı işlemesi demektir. Ayrıca ortalama 70 yıllık insan ömründe karaciğere beslenme yoluyla 1.5 ton protein, 12.5 ton da karbonhidrat girer. Durmadan işleyen bu sistem akılda çok büyük bir tesis veya bilgisayar kontrollü kumanda sistemleriyle donatılmış dev bir rafineri olarak canlanabilir. Bu rafinerinin durmaksızın 24 saat çalıştığını düşünelim. Üstelik bir gün bitince hiç ara vermeden ertesi gün de çalışmak zorunda kalsın. Elbette ki bu rafinerideki makinelerin bakıma ihtiyacı olacağını düşünmüş olabilirsiniz. Eğer yukarıda bahsedilen sistem gerçekten bir rafineri ya da çok modern, gelişmiş bir cihaz olsaydı haftada en az yarım gün makinaları bakıma alıp bozulan parçaları olup olmadığına bakmak zorunda kalırdık. Ancak karaciğerimiz için bu durum söz konusu değildir. Yüce Allah karaciğerimizi bu ağır görevi hiç dinlenmeden yapabilecek şekilde tasarlamıştır.
Hayvanlar Alemi: Geyiklerin Alarm Sistem
Geyikler ortamın güvensiz olduğunu anladıklarında ön ayaklarından birini yere vurarak diğer geyiklere tehlikeyi haber verirler. Eğer tehlikenin çok yakında olduğunu anlarlarsa hem ön ayaklarından birini yere vururlar hem de kuyruklarını dikleştirerek sarkaç gibi sallamaya başlarlar. Narin yapısıyla yırtıcı hayvanlara kolayca yem olabilecek bu sevimli canlılar birlikte hareket ederek korunabilmektedir. Bu hayvanlara birbirlerini kollama içgüdüsü veren Rahman ve Rahim olan Allah’tır. Bir Kuran ayetinde Yüce Allah yeryüzündeki tüm canlıları denetlediğini şöyle bildirmiştir: "Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)" (Hud Suresi, 56)
Bitki Dünyası: İncir-Yabanarısı İşbirliği
Borneo'da yetişen boğazlayan türü incir ağacı, bir tür yabanarısı ile ortak bir yaşam sürdürür. İncir, yabanarılarının yumurtaları için güvenli bir barınaktır. Buna karşılık yabanarıları da polenlerini taşıyarak incirin döllenmesine yardımcı olurlar. İncirin olgunlaşması ile birlikte incirin içine bırakılmış olan yabanarısı larvaları da olgunlaşır. Haftalar sonra yumurtalardan kanatsız ve kör olan erkek yabanarıları çıkar. Erkek arılar çiçeğin dişi organının duvarlarını açarak içeriye girer ve burada bulunan dişi yabanarısı ile çiftleşirler. Erkek yabanarısının kısa hayatındaki son görevi eşi için bir çıkış tüneli açmaktır. Erkekler genellikle yüzeye çıkar çıkmaz ölür. Hamile dişi yabanarısı yumurtalarını bıraktığı incirin içinde bulunan erkek çiçekten aldığı polenleri taşıyarak birbirine bağlar. Bulunduğu ağaçtan başka bir tanesine doğru uçarak, olgunlaşmamış incirin alt kısmındaki dişi organın bulunduğu yere girer. İncirin içindeki labirentler boyunca ilerler. Yumurtalığının ulaştığı her çiçeğin dişi organına bir yumurtasını bırakır ve çiçeğin polenlerini her yere sürer. Dişi yabanarısı da erkek gibi görevini tamamladığında ölür. Bir süre sonra dişi yabanarısının bıraktığı yumurtalardan yeni yabanarıları çıkar. Bunlar da polenlerle kaplı olarak daha önce erkek yabanarısı tarafından açılan tünelden dışarı çıkarlar. Ve üreme zincirine devam etmek için başka bir incire geçerler. (National Geographic, Nisan 1997 s.41) Yabanarısının böyle bir yöntemi kendi kendine bulması, kendi iradesiyle bu zinciri oluşturmaya karar vermesi ve bunu diğerlerine öğretmesi imkansızdır. İncirin üreme sisteminin yabanarısı ile ortak yaşayacak şekilde özel olarak tasarlandığı son derece açıktır.

Homo Erectusların İlkel Tür Olduğu İddiası Sadece Önyargıdır.

"Erect" terimi "dik" demektir. Homo erectus ise "dik yürüyen insan" anlamına gelir. Bu insanlar günümüz insanlarından farksız iskelete sahiptirler ve bizim gibi dik yürüyebilmektedirler. Evrimcilerin Homo erectus'u "ilkel" sayma nedenleri ise, kafatası hacminin (900-1100 cc.) günümüz insanının ortalamasından (1400 cc.) küçük olması ve kalın kaş çıkıntılarıdır. Oysa bugün de dünyada Homo erectus'la aynı kafatası ortalamasında pek çok insan yaşamaktadır (örneğin pigmeler) ve bugün de çeşitli ırklarda kaş çıkıntıları vardır (Avusturalya yerlileri Aborijinler'de olduğu gibi). Homo erectus'un anatomik özelliklerinin günümüzde de görülmesi Homo erectus'un ilkel bir tür olmadığının kesin bir göstergesidir. Nitekim birçok evrimci artık Homo erectus'un Homo sapiens sapiens'in bir varyasyonu yani gerçek bir insan olduğunu dile getirmektedir. Öncelikle, Homo erectus'un küçük beyin hacmine sahip olması onun zekadan ve beceriden yoksun ilkel bir canlı olduğunu göstermez. Zeka, beynin hacmine göre değil, beynin kendi içindeki organizasyonuna göre değişir. (Marvin Lubenow, Bones of Contention, Grand Rapids, Baker, 1992, s. 83) Homo erectus'u dünyaya tanıtan fosiller, her ikisi de Asya'da bulunan Pekin Adamı ve Java Adamı fosilleriydi. Ancak zamanla bu iki kalıntının da güvenilir olmadıkları anlaşıldı. Pekin Adamı, sadece alçıdan yapılmış ve aslı kaybolmuş modellerden ibaretti, Java Adamı ise bir kafatası parçası ile, ondan metrelerce uzakta bulunmuş bir leğen kemiğinden oluşuyordu ve bunların aynı canlıya ait olduğuna dair hiçbir gösterge yoktu. Bu nedenle Afrika'da bulunan Homo erectus fosilleri giderek daha fazla önem kazandı. Afrika'da bulunan Homo erectus örneklerinin en ünlüsü, Kenya'daki Turkana Gölü yakınlarında bulunan "Turkana Çocuğu" fosilidir. Bu fosilin sahibinin 12 yaşında bir çocuk olduğu ve büyüdüğü zaman yaklaşık 1.83 boyunda olacağı saptanmıştır. Fosilin dik iskelet yapısı günümüz insanından farksızdır. Amerikalı paleoantropolog Alan Walker, "ortalama bir patoloğun bu fosilin iskeletiyle, bir günümüz insanı iskeletini birbirinden ayırmasının çok güç olduğunu" söyler. Nitekim evrimci paleoantropolog Richard Leakey bile Homo erectus'un günümüz insanı ile olan farklılığının ırksal farklılıktan öte bir anlam taşımadığını şöyle ifade eder: Herhangi bir kişi farklılıkları farkedebilir: Kafatasının biçimi, yüzün açısı, kaş çıkıntısının kabalığı vs. Ancak bu farklılıklar bugün değişik coğrafyalarda yaşamakta olan insan ırklarının birbirleri arasındaki farklılıklardan daha fazla değildir. Böyle bir varyasyon, topluluklar birbirlerinden uzun zaman aralıklarında ayrı tutuldukları zaman ortaya çıkar. (Richard Leakey, The Making of Mankind, London: Sphere Books, 1981, s. 62) Prof. William Laughlin, Eskimolar ve Aleut Adaları insanları üzerinde uzun yıllar anatomik incelemeler yapmış ve bu insanlar ile Homo erectus'un şaşırtıcı derecede birbirlerine benzediklerini görmüştür. Laughlin'in vardığı sonuç, tüm bu ırkların gerçekte Homo sapiens türüne (günümüz insanına) ait farklı ırklar olduğudur: Hepsi Homo sapiens türüne ait olan Eskimolar ve Avustralya yerlileri gibi uzak gruplar arasındaki büyük farklılıkları dikkate aldığımızda, Homo erectus'un da kendi içinde farklılıklar taşıyan bu türe (Homo sapiens'e) ait olduğu sonucuna varmak çok mantıklı gözükmektedir. (Marvin Lubenow, Bones of Contention, Grand Rapids, Baker, 1992. s. 136) Laughlin'in bu görüşleri artık birçok evrimci tarafından açıkça kabul edilmektedir. Paleoantropoloji alanında dünyanın çeşitli ülkelerinden önde gelen isimlerin katıldığı Senckenberg konferansı bu kabulün ön plana çıktığı konferans olmuştur: "Senckenberg konferansındaki katılımcıların çoğu, Michigan Üniversitesi'nden Milford Wolpoff, Canberra Üniversitesi'nden Alan Thorne ve meslektaşlarının başlattığı ve konusu Homo erectus'un taksonomik konumu olan ateşli bir tartışmaya daldılar. Bu kişiler Homo erectus'un bir tür olarak geçerliliğinin olmadığını ve bütünüyle elimine edilmesi gerektiğini ısrarlı bir şekilde ileri sürdüler. Homo türünün bütün üyeleri, doğal herhangi bir ara veya alt bölüm olmaksızın, yaklaşık 2 milyon yıl öncesinden bugüne, çok fazla değişkenlik gösteren, geniş bir alana yayılmış tek bir türe, Homo sapiens'e aitti. Homo erectus'un bir tür olarak mevcut olmadığı, konferansın ana konusu oldu."
Sonuç:
Görüldüğü gibi Homo erectus'un ilkel kabul edilmesinin temelinde yatan neden, sahip olduğu anatomik özellikler değildir. Evrimciler bu türü, Australopithecus ve Homo habilis gibi sıradan maymunlar ile günümüz insanı arasını dolduracak bir malzeme olarak benimsemekte ve kullanmaktadırlar. Kısacası Homo erectus'un Homo sapiens'ten ayrı bir tür olarak tutulması, 'az gelişmiş' bir insan olduğundan değil, evrimcilerin önyargılarından kaynaklanmaktadır.


Evrimcilere Net Cevaplar:Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji Eki Semenderin Mükemmel Yapısını Propaganda Malzemesi Olarak Kullanmaya Çalışıyor

Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji Eki / 2007-03-30

30 Mart 2007 tarihli Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji ekinde evrim teorisinin sudan karaya hayali geçişi ile ilgili taraflı yorumlarda bulunulmuş ve semenderlerin mükemmel anatomik yapıları, söz konusu iddiaya delil olarak verilmeye çalışılmıştır. Sudan karaya hayali geçiş iddiası, bilimsel delilsizliğine ve defalarca yalanlanmış olmasına rağmen, bir ümit beklentisi içindeki bazı Darwinistler tarafından tekrar gündeme getirilmeye çalışılmıştır.
Söz konusu yazıdaki mantık bozukluğu, öncelikle yazının ilk paragrafında geçen şu yorumdan da anlaşılabilecektir:
"Oltadan çıkan balık bir müddet sıçrayıp çırpınır. Bu durumda onu yakalamak çok zordur. Yine de balığın karaya uygun hareket edemeyeceğini herkes bilir."
Bilim ve Teknoloji ekinin açıkça itiraf ettiği gibi bir deniz omurgalısının günün birinde ani bir kararla karaya çıkarak, tamamen farklı anatomik yapılara sahip kara omurgalısına dönüştüğü iddiası mantığa tümüyle aykırıdır ve bilimsel delillerle desteklenmesi mümkün değildir. Söz konusu yazıda bu hayali geçişe örnek verilmeye çalışılan semenderler ise, mükemmel yapıda amfibilerdir. Tüm vücut anatomileri, hem suda hem de karada yaşamaya uygun şekildedir ve bu canlılar, yaratıldıkları andan itibaren bu özelliklere sahiptirler. Örneğin, bilinen en eski semender fosili 125 milyon yıllıktır ve günümüzdeki semenderlerle hiçbir fark taşımamaktadır. Fosil kayıtları, semenderlerin tüm özellikleriyle eksiksiz olarak ortaya çıktıklarını, yani yaratıldıklarını ve milyonlarca yıl boyunca en küçük bir değişikliğe dahi uğramadıklarını, yani evrim geçirmediklerini ispatlamıştır.
Deniz omurgalılarının su omurgalılarına hayali geçişi konusu ile ilgili daha önce çıkan sayısız gerçek dışı habere bu sitede cevap yazmış ve söz konusu iddianın hem derin mantık bozuklukları taşıdığını hem de bilimsel delilden yoksun olduğunu defalarca belirtmiştik. Konuyla ilgili detaylı bilgileri
buradan ve buradan okuyabilirsiniz.

"Archæopteryx, Sürüngenler ve Kuşlar Arasındaki Kayıp Halkadır" Yalanı

Archæopteryx adlı 150 milyon yıllık kuş fosili, evrimciler tarafından 19. yüzyıldan beri 'evrimin en büyük fosil kanıtı' olarak gösterilmiştir. Bu kuşun bazı sürüngen özellikleri gösterdiği ve bu yüzden sürüngenler ile kuşlar arasındaki 'kayıp halka' olduğu iddia edilmiştir. Ancak 2000 yılında ortaya çıkarılan Lonqisquama adlı fosil, bu iddiayı geçersiz kılmıştır. Çünkü 220 milyon yıl yaşındaki Lonqisquama, Archæopteryx'ten 70 milyon yıl daha eski olmasına rağmen eksiksiz bir kuştur. Sürüngen-kuş evrimi konusundaki iddiaları destekleyebilecek bir fosil örneği sorulduğunda, evrimci kaynaklarda hemen her zaman tek bir canlıdan söz edilir. Bu, hala ısrarla savunulan az sayıdaki ara geçiş formu iddialarından en bilineni olan Archæopteryx isimli fosil kuştur. "Günümüz kuşlarının atası" olduğu öne sürülen Archæopteryx, bundan yaklaşık 150 milyon yıl önce yaşamıştır. Teoriye göre Velociraptor veya Dromeosaur ismi verilen küçük yapılı dinozorların bir kısmı, evrim geçirerek kanatlanmışlar ve uçmaya başlamışlardır. Archæopteryx, dinozor atalarından ayrılan ve yeni yeni uçmaya başlayan ilk türdür. Oysa Archæopteryx'in fosilleri üzerinde yapılan son incelemeler bu anlatımın bilimsel bir temeli olmadığını göstermektedir. Bu bir ara geçiş formu değil, sadece günümüz kuşlarından biraz daha farklı özelliklere sahip, soyu tükenmiş bir kuş türüdür. Archæopteryx'in iyi uçamayan bir "yarı-kuş" olduğu tezi yakın zamana kadar evrimci kaynaklarda çok daha fazla sıklıkla dile getirilmekteydi. Bu canlının "sternum"unun yani göğüs kemiğinin olmaması canlının uçamayacağının en önemli kanıtı olarak gösterilmekteydi. (Göğüs kemiği, uçmak için gerekli olan kasların tutunduğu göğüs kafesinin altında bulunan bir kemiktir. Günümüzde uçabilen veya uçamayan tüm kuşlarda, hatta kuşlardan çok ayrı bir familyaya ait olan uçabilen memeli yarasalarda bile bu göğüs kemiği vardır.) Ancak 1992 yılında bulunan yedinci Archæopteryx fosili bu argümanın yanlış olduğunu gösterdi. Zira bu son bulunan Archæopteryx fosilinde evrimcilerin çok uzun zamandır yok saydıkları göğüs kemiği vardı. Nature dergisinde bu yeni bulunan fosil şöyle anlatılıyordu: Öte yandan, Archæopteryx'in gerçek anlamda uçabilen bir kuş olduğunun en önemli kanıtlarından bir tanesi de hayvanın tüylerinin yapısı oldu. Archæopteryx'in günümüz kuşlarınınkinden farksız olan asimetrik tüy yapısı, canlının mükemmel olarak uçabildiğini gösteriyordu. Ünlü paleontolog Carl O. Dunbar'ın belirttiği gibi, "tüylerinden dolayı bu yaratık tam bir kuş özelliği gösteriyordu".(1) Archæopteryx'in tüylerinin ortaya çıkarmış olduğu bir başka gerçek, bu canlının sıcakkanlı oluşuydu. Bilindiği gibi sürüngenler ve dinozorlar soğukkanlı, yani vücut ısılarını kendileri üretmeyen, çevrenin vücut ısılarını etkilediği canlılardır. Kuşlarda bulunan tüylerin en önemli fonksiyonlarından bir tanesi ise, vücut ısısını korumalarıdır. Archæopteryx'in tüylü olması, bunun dinozorların aksine sıcakkanlı olduğunu, yani vücut ısısını korumaya ihtiyacı olan gerçek bir kuş olduğunu gösteriyordu.

BEYNİMİZDEKİ DÜNYA

Odanızın penceresinden dışarıdaki manzarayı seyrettiğinizde, hayatınız boyunca aldığınız telkinden dolayı, bu manzarayı gözlerinizle gördüğünüzü zannedersiniz. Oysa gerçek böyle değildir. Çünkü siz gözlerinizle dışarıdaki bir manzarayı görmezsiniz. Siz, beyninizin içinde oluşan manzaraya ait görüntüyü görürsünüz. Bu bir tahmin ya da bir felsefe değil, bilimsel bir gerçektir. Görme olayının nasıl gerçekleştiği hatırlandığında bu konu daha açık olarak anlaşılacaktır. Göz, sadece, kendisine ulaşan ışığı, retinasındaki hücreler sayesinde elektrik sinyaline çevirmekle görevlidir. Bu elektrik sinyali ise, beyninizdeki görme merkezinize ulaşır. Daha sonra bu elektrik sinyalleri, pencerenizden gördüğünüz manzaranın görüntüsünü oluştururlar. Sonuç olarak, görüntünün oluştuğu yer beyninizdir.
Ve siz beyninizin içindeki manzarayı görürsünüz, evininizin dışındaki manzarayı değil. Örneğin aşağıdaki resimde, pencereden bakan insanın gözüne dışarıdan "ışık" ulaşmaktadır. Bu ışık, gözdeki hücreler tarafından elektrik sinyaline dönüştürülerek, bu insanın beyninin arka kısmında yer alan küçücük görme merkezine gelir. Ve bu elektrik sinyalleri, beyinde bir manzara görüntüsü oluşturur. Gerçekte, beynimizin içi açılsa, burada bu manzaraya ait bir görüntü bulamayız. Ancak, beynimizin içindeki bir şuur, beyne gelen elektrik sinyallerini manzara olarak algılar. Peki beynin içinde, gözü, göz hücreleri, retinası olmadan, elektrik sinyallerini bir manzara olarak algılayan şuur nedir, kime aittir? Aynı durum okumakta olduğunuz bir kitap için de geçerlidir. Gözlerinize gelen ışığın elektrik sinyallerine çevrilerek beyninize ulaşması sonucunda, beyninizde bu kitabın görüntüsü oluşur. Yani kitap sizin dışınızda değil, içinizde, beyninizin arka kısmındaki görme merkezinizdedir. Belki kitabın sertliğini elinizde hissediyor olduğunuz için kitabı dışınızda zannedebilirsiniz. Oysa, bu sertlik hissi de aynı görme algısında olduğu gibi beyninizde meydana gelmektedir. Parmak uçlarınızdaki sinirler uyarıldığında, bu uyarı elektriksel bir bilgiye dönüşerek, bu kez beyninizdeki dokunma merkezinize ulaşır. Ve siz beyninizde kitaba dokunduğunuza ve onun sertliğini, sayfalarının kayganlığını, kapağındaki kabartmaları, kağıt kenarlarının keskinliğini algıladığınıza dair hislere sahip olursunuz.
Gerçekte ise, hiçbir zaman bu kitabın aslına dokunamazsınız. Dokunduğunuzu sandığınızda, aslında beyninizin içindeki dokunma hissini algılarsınız. Üstelik bu kitap, bir madde olarak sizin beyninizin dışında var mıdır, bunu da bilemezsiniz. Siz sadece beyninizde oluşan kitap görüntüsü ile muhatap olabilirsiniz. Bu kitabın bir yazar tarafından yazılmış olması, bir bilgisayarda sayfa düzeninin yapılmış olması veya bir matbaada basılmış olması sizi yanıltmasın. Çünkü birazdan anlatılacaklar, bu kitabın her aşamasında yer alan insanların, matbaanın, bilgisayarların gerçekte, sizin beyninizde oluşan görüntüler olduğunu ve asıllarının dışarıda olup olmadığını asla bilemeyeceğinizi size gösterecektir.
Sonuç olarak, biz gördüğümüz, dokunduğumuz, duyduğumuz herşeyi beynimizin içinde yaşarız. Bu teknik bir gerçektir ve bilimsel deliller neticesinde itiraza veya tartışmaya açık bir konu değildir. Asıl önemli olan nokta ise, bu teknik gerçeğin bizi ulaştırdığı ve yukarıda sorulan sorudur:
Beynimizin içinde bir gözü olmadan, pencereden görünen manzarayı izleyen, bu manzaradan zevk alan, heyecan duyan kimdir? Bu önemli sorunun cevabı da ilerleyen sayfalarda verilecektir.
Yaşadığımız dünyaya ait her türlü niteliği, her özelliği ve bildiğimiz herşeyi duyu organlarımız aracılığıyla öğreniriz. Duyu organlarımız aracılığı ile bize ulaşan bilgiler, bir dizi işlem sonucunda elektrik sinyallerine dönüşür ve bu sinyaller beynimizin ilgili noktalarında yorumlanır. Beynimizin bu yorumları sonucunda biz örneğin bir kitap görürüz, çileğin tadını alırız, ıhlamur ağaçlarını koklar, ipek bir kumaşın dokusunu bilir veya rüzgarda sallanan yaprakların hışırtısını duyabiliriz. Aldığımız telkinle, hep bedenimizin dışındaki kumaşa dokunduğumuzu, bizden 30 cm uzaklıktaki kitabı okuduğumuzu, metrelerce uzaktaki ıhlamur ağaçlarının kokusunu aldığımızı ve çok yükseklerdeki yaprakların hışırtısını duyduğumuzu zannederiz. Oysa, bu saydıklarımızın hepsi bizim içimizde gerçekleşen olaylardır. Kitabın görüntüsünden yaprakların hışırtısına kadar herşey içimizde, beynimizde meydana gelir.
Bu noktada şaşırtıcı bir gerçekle daha karşılaşırız: Beynimizde, gerçekte ne renkler, ne sesler, ne de görüntüler vardır. Beynimizde bulabileceğiniz tek şey elektrik sinyalleridir. Bu, felsefi bir görüş değildir; algılarımızın işleyişi ile ilgili bilimsel bir açıklamadır. Örneğin Mapping The Mind (Zihnin Haritasını Çıkarmak) isimli kitabında bilim yazarı Rita Carter, dünyayı nasıl algıladığımızı şöyle açıklar:
Her bir duyu organı kendine uygun uyarıya cevap verecek şekilde yaratılmıştır. Bu uyarılar ise, moleküller, dalgalar veya titreşimler şeklindedir. Tüm bu çeşitliliklerine rağmen duyu organları temelde aynı görevi görürler: kendilerine özgü uyarıları elektrik sinyallerine dönüştürürler. Bir uyarı ise sadece bir uyarıdır. Kırmızı renk değildir, veya Beethoven'ın Beşinci Senfonisinin ilk notası değildir - sadece bir elektrik enerjisidir. Aslında, bir duyuyu diğerlerinden farklı hale getirmek yerine, duyu organları hepsini benzer hale, yani elektrik sinyallerine dönüştürürler.
Öyle ise, tüm duyulara ilişkin uyarılar, birbirinden tamamen farksız bir formda beyine elektrik akımları şeklinde girerler ve buradaki sinir hücrelerini uyarırlar. Tüm olan budur. Bu elektrik sinyallerini tekrar ışık dalgalarına veya moleküllere dönüştüren bir geri dönüşüm sistemi yoktur. Bir elektrik akımının görüntüye ve bir diğerinin kokuya dönüşmesi ise, bu elektrik akımının hangi sinir hücrelerini etkilediğine bağlıdır.
1
Yukarıdaki açıklamalar çok önemli bir konuya dikkat çekmektedir: Bizim dünya hakkında algıladığımız tüm hisler, görüntüler, tadlar ve kokular, aslında aynı malzemeden, yani elektrik sinyallerinden meydana gelmektedirler. Elektrik sinyallerini bizim için anlamlı hale getiren, bu sinyalleri koku, tat, görüntü, ses veya dokunma olarak yorumlayan ise beyindir. Beyin gibi ıslak bir etten oluşan bir maddenin, hangi elektrik sinyalini koku, hangisini görüntü olarak yorumlayacağını bilmesi, aynı malzemeden birbirinden çok farklı duyular ve hisler meydana getirmesi ise büyük bir mucizedir.

Devasa Ateş Topu Güneş

Dev bir nükleer reaktör olan Güneş'in içindeki reaksiyonlarda büyük bir enerji açığa çıkmaktadır. İnsan hayatının devamı için temel kaynak olan Güneş'te meydana gelen bu reaksiyonlarda oluşabilecek en ufak bir sapma Güneş'in sönmesine ya da birkaç saniye içinde havaya uçmasına neden olacaktır. Böyle bir tehlikenin meydana gelmemesi Güneş'teki bu işlemlerin mucizevi bir hassasiyetle tasarlanmış olmasından kaynaklanmaktadır. Güneş'i ve Güneş Sistemi'nin yapısını incelediğimizde, büyük bir denge ile karşılaşırız. Gezegenleri dondurucu soğukluktaki uzaya savrulmaktan koruyan etki, Güneş'in "çekim gücü" ile gezegenin "merkez-kaç kuvveti" arasındaki dengede saklıdır. Güneş büyük çekim gücü ile tüm gezegenleri çeker, gezegenlerin dönmesinden kaynaklanan merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimin etkisi azalır ve muhteşem bir denge oluşur. Eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş'e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı. Ama bunların hiçbiri olmaz ve tüm gezegenler kendi yörüngelerinde yol alırlar. Çünkü Allah'ın ayette bildirdiği gibi, "Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedirler." (Yasin Suresi, 40) Güneş'teki Muhteşem Denge Güneş, dev bir nükleer reaktördür. Güneş'in içinde sürekli olarak hidrojen atomları helyuma dönüştürülür ve bu işlemler neticesinde ısı ve ışık açığa çıkar. Güneş'teki bu nükleer reaksiyon, insan hayatı için zorunludur. Dünya�ya ulaşan ısı ve ışığın açığa çıkması içinse dört hidrojenin birleşip bir hidrojene dönüşmesi gerekir. Çekirdeğinde sadece tek bir proton yer alan hidrojen, evrendeki en basit elementtir. Helyumun çekirdeğinde ise iki proton ve iki nötron bulunur. Güneş'te gerçekleşen işlem, dört hidrojenin birleşmesiyle bir helyum elementinin oluşmasıdır. Bu işlem sırasında çok büyük bir enerji açığa çıkar. Dünya'ya gelen ısı ve ışık enerjisinin neredeyse tamamı, Güneş'in içindeki bu nükleer reaksiyonla oluşmaktadır. (Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı) Ancak, dört hidrojen atomunun biraraya gelip bir anda helyuma dönüşmesi mümkün değildir. Bunun için, iki aşamalı bir işlem gerçekleşir. Önce iki hidrojen birleşir ve bir proton ve bir nötrona sahip bir "ara formül" meydana gelir. Bu ara formüle "dötron" adı verilir. Sonra da iki dötronun birleşmesiyle bir helyum çekirdeği oluşur.
En Güçlü Nükleer Kuvvet
Şimdi asıl soruyu sorabiliriz. Peki, iki ayrı atom çekirdeğini birbirine yapıştıran kuvvet nedir? Bu kuvvete "güçlü nükleer kuvvet" denir. Güçlü nükleer kuvvet, evrendeki en büyük nükleer kuvvettir. Bu kuvvet yerçekiminden milyar kere milyar kere milyar kere milyar kat daha güçlüdür. Bu güç sayesinde iki hidrojen çekirdeği birbirine yapışabilmektedir. Ancak araştırmalar göstermiştir ki, güçlü nükleer kuvvet, bu işi yapmak için tam gereken miktardadır. Güçlü nükleer kuvvet eğer şu anda sahip olduğu değerinden biraz bile daha zayıf olsaydı, iki hidrojen çekirdeği birleşemezdi. Yan yana gelen iki proton, hemen birbirlerini iter, böylece Güneş'teki nükleer reaksiyon başlamadan biterdi. Yani Güneş hiç var olmazdı. Ünlü bilimadamı George Greenstein, bu gerçeği "eğer güçlü nükleer kuvvet birazcık bile daha zayıf olsaydı, o zaman Dünya'nın ışığı hiçbir zaman yanmayacaktı" diye açıklar.
Güneş'teki Dengeli Reaksiyon
Peki acaba güçlü nükleer kuvvet birazcık daha güçlü olsa ne olurdu? O zaman da bir proton ve bir nötrondan oluşan dötron değil, iki protonlu di-proton meydana gelirdi. Ve bu durumda Güneş'in yakıtı aniden çok çok etkili bir yakıt haline gelirdi. Bu öyle bir yakıt olurdu ki, Güneş ve ona benzer diğer tüm yıldızlar, birkaç saniye içinde havaya uçardı. Güneş'in havaya uçması ise, birkaç dakika sonra tüm Dünya'yı ve üzerindeki tüm canlıları alevlere boğar birkaç saniye içinde kömür haline gelirdi. Ama yüce Yaratıcımız olan Allah'ın rahmeti sayesinde güçlü nükleer kuvvetin gücü, tam olması gereken düzeydedir ve Güneş dengeli bir reaksiyon gerçekleştirir yani "yavaş yavaş" yanar. Tüm bunlar, güçlü nükleer kuvvetin gücünün, tam insan yaşamına imkan verecek biçimde ayarlanmış olduğunu göstermektedir. Eğer bu ayarlamada bir sapma olsaydı, Güneş gibi yıldızlar ya hiç var olmazlar, ya da oluştukları andan çok kısa bir süre sonra korkunç birer patlamayla yok olurlardı. Allah, Güneş'i insanın yaşamı için özel bir şekilde yaratmıştır ve bunu Kuran'daki "Güneş ve Ay, belli bir hesap iledir" (Rahman Suresi, 5) ifadesiyle bizlere bildirmiştir. Tüm evreni yoktan var edip, sonra da onu dilediği biçimde tasarlayıp düzenleyen tek güç alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Allah, gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratmış sonra da ona belli bir düzen vermiştir. Evrendeki cisimlerin mucizevi dengeler sayesinde kararlı bir şekilde durmaları, Allah'ın yaratışındaki kusursuzluğu gösteren delillerden biridir. Yüce Allah'ın buyurduğu gibi, "Göğün ve yerin O'nun emriyle durması da, O'nun ayetlerindendir". (Rum Suresi, 25)

23 Ekim 2007 Salı

KARINCALAR ASİT FABRİKASI KURABİLİR Mİ?

Karıncaların vücutlarında, formik asit (H2CO2) isimli kimyasal maddeyi üreten bezler vardır.4 Karıncalar antibiyotik etkisine sahip bu maddeyi düzenli olarak vücutlarına sürerler. Bu şekilde hem yuvalarında hem de kendi üzerlerinde bakteri ve mantar oluşumunu engellemiş olurlar.
Karıncaların vücutlarından salgılanan bu asitten haberdar olmaları ve bunu nasıl kullanacaklarını bilmeleri hayret vericidir. Ancak bundan çok daha şaşkınlık veren konu, başka canlıların da karıncaların bu özelliğinden haberdar olmasıdır.
Bazı kuş türleri de karıncalardaki bu asidi kullanırlar. Kuşlar karıncalar gibi kimyasal maddeler salgılayamazlar. Ancak sık sık karınca tepelerine gidip, karıncaların tüylerinin arasında dolaşmalarına izin vererek, onların ürettikleri asitten faydalanırlar. Bu yöntem sayesinde vücudu formik aside bulanan kuş, üzerindeki tüm parazitlerden kurtulmuş olur.
Karınca, mantara karşı formik asidin etkili olduğunu ya da bu asidin formülünü nereden bilir? Nasıl olup da vücutlarında böyle tehlikeli bir asit üretilmesine rağmen karıncalar bundan zarar görmez? Dahası kuşlar karıncalarda formik asit olduğunu ve bunu parazitlerinden kurtulmak için kullanabileceklerini nereden bilirler?
Öncelikle bu kimyasal maddenin nasıl ortaya çıktığı sorusunun cevaplanması gerekmektedir. Özelliği olan, işe yarayan kimyasal bir maddenin kendiliğinden ortaya çıkması kesinlikle imkansızdır. Formik asidi düşünelim. Bu asitin sentezlenmesindeki bir hata, kimyasalın antibiyotik özelliğini yitirmesi demektir. Ayrıca ortaya zararlı başka maddelerin çıkma ihtimali de vardır.
Durum böyleyken bu maddeyi karıncanın sentezlemiş olması ya da bu asidin tesadüfen karıncanın vücudunda oluşmuş olması çok mantıksız bir iddia olur. Bunu bir kenara bırakarak asidin formülünün tam gerektiği şekilde oluştuğunu varsayalım. Bu da hiçbir şeyi değiştirmeyecektir, çünkü karıncanın vücudunda hem asit üretecek hem de karıncanın zarar görmesini engelleyecek korumalı bir sisteme de ihtiyaç vardır. Dolayısıyla karınca bunların tümüne aynı anda sahip olmak zorundadır. Bu durum karıncadaki bezlerin, evrimcilerin iddia ettikleri gibi, aşama aşama oluşmalarının mümkün olmadığını açıkça göstermektedir.
Bu canlıların hiçbirinin bu işleri kendi kendilerine yapmaları mümkün değildir. Gerçek şu ki, karıncalar var olan özellikleriyle bir anda ortaya çıkmışlardır. Gerek formik asidi, gerek bunların üretimini yapabilecek özellikteki bezleri gerekse de karıncaları sonsuz ilim sahibi olan Allah yaratmıştır.
Kuşlara, karınca yuvalarına giderek formik asitten faydalanmalarını ilham eden de Allah'tır. Allah tüm canlıların ihtiyacını bilen ve bunların karşılığını eksiksiz olarak yaratandır. Allah, herşeyi sarıp kuşatan olduğunu bir ayetinde şöyle bildirmektedir:

Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle herşeyi sarıp-kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. (Talak Suresi,12)

Bunları Biliyor musunuz 2

Atomdaki Elektron Mucizesi

Hava, su, dağlar, hayvanlar, bitkiler, vücudunuz, oturduğunuz koltuk, kısacası en ağırından en hafifine kadar gördüğünüz, dokunduğunuz, hissettiğiniz herşey atomlardan meydana gelmiştir. En gelişmiş mikroskopların bile göremeyeceği kadar küçük bir alanda dönüp-duran onlarca elektron, atomun içinde çok karışık bir trafik meydana getirir. Burada dikkat çeken en önemli nokta, çekirdeği elektrik yükünden oluşan bir zırh gibi kuşatan bu elektronların atomun içinde en ufak bir kazaya yol açmamalarıdır. Üstelik atomun içinde yaşanacak en ufak bir kaza felakete sebep olabilir. Ama böyle bir kaza asla gerçekleşmez; tüm işleyiş mükemmel bir düzen ve kusursuz bir sistem içinde devam eder. Elektronlar, taşıdıkları elektrik yükü itibariyle fizik kurallarına uygun hareket ederler. Bu fizik kuralları "aynı elektrik yüklerinin birbirini itmesi ve zıt yüklerin birbirlerini çekmesi"dir. Normal koşullarda hepsi eksi yüklü olan elektronların bu kurala uyup birbirlerini itmeleri ve çekirdeğin etrafından dağılıp-gitmeleri gerekir. Ancak durum böyle olmaz. Eğer, elektronlar çekirdeğin etrafından dağılsaydı, tüm evren boşlukta dolaşan proton, nötron ve elektronlardan ibaret olurdu. İkinci olarak; artı yüke sahip olduğu için çekirdeğin eksi yüklü elektronları kendine çekmesi ve elektronların da çekirdeğe yapışmaları gerekirdi. Böyle bir durumda da çekirdek bütün elektronları çeker ve atom kendi içine çökerdi. Ancak bunların hiçbiri gerçekleşmez. Elektronların saniyede bin kilometrelik olağanüstü kaçış hızları, bu parçacıkların birbirlerine uyguladıkları itici kuvvet ve çekirdeğin elektronlara uyguladığı çekim kuvveti çok hassas değerler üzerine kurulmuştur. Sonuçta atomdaki bu muazzam sistem dağılıp parçalanmadan sürüp gider. Bütün bu ince hesaplar, tek bir atomun bile başıboş olmayıp, Yüce Allah'ın denetiminde hareket ettiğinin ve kainatın bir hikmet üzere yaratıldığının delillerinden sadece bir tanesidir.

Zehirli Tüycükler

Isırganotu denen otsu bitkilerin yapraklarının üst yüzeyinde pek sert olmayan ince tüyler ve her tüyün dibinde yakıcı bir sıvı içeren küçük kesecikler bulunur. Bu kesecikler bitkinin savunma mekanizmasıdır. Bitkiye bir canlı dokunduğu anda bu tüylerin keskin uçları o canlının derisini deler ve keseciklerde bulunan yakıcı sıvı deliklerden içeriye sızarak deriyi kızartır, kaşıntı ve ağrıya neden olur. Bu bitkinin böylesine üstün bir savunma mekanizmasına sahip olması, Allah’ın yaratma sanatının örneklerinden biridir. Rabbimiz bizlere, Kendisi dışında hiçbir gücün birşey yaratamayacağını Kutsal Kitabımız Kuran-ı Kerim’de şöyle bildirmiştir: Bu, Allah'ın yaratmasıdır. Şu halde, O'nun dışında olanların yarattıklarını bana gösterin. Hayır, zulmedenler, açıkça bir sapıklık içindedirler. (Lokman Suresi,11) Düşündürücü Meyveler

Günlük yaşantımızda yediğimiz besinlerin nimet olarak pekçok özellikleri vardır. Örneğin her mevsimde ayrı özelliklerde meyvelerin bulunması büyük bir nimettir. Kışın insanların en fazla vitamine ihtiyaçları oldukları dönemde, mandalina, portakal ve greyfurt gibi C vitamini yönünden zengin meyvelerin olması; yazın da insanların susuzluğunu gidererek ferahlamalarını sağlayan kiraz, kavun, karpuz, şeftali gibi bol sulu meyvelerin çıkması Allah'ın insanlara bir lütfu ve nimetidir. Düşünülmesi gereken diğer bir konu da bu hem lezzetli hem de faydalı meyvelerin hepsinin aynı kara topraktan çıkmasıdır. Örneğin çilek, görüntüsü ve tadı ile çok özel bir meyvedir. Üzerindeki motifleri, kırmızı rengi ve yeşil yaprakları ile son derece estetik görünüme sahip bu meyve, Allah'ın yaratma sanatının örneklerinden sadece biridir. Tadındaki ve kokusundaki güzellik, çekirdeksiz ve kabuksuz olduğu için yenmesinde hiçbir güçlük olmaması insana yerken büyük kolaylık sağlar. Toprağın içinde yetişen bir meyvenin bu kadar güzel ve çarpıcı bir renge, bu kadar güzel bir kokuya sahip olması, onu ve evrendeki tüm varlıkları örneksiz yaratan Yüce Rabbimiz'i bizlere tanıtır. Bir Kuran ayetinde şu şekilde bildirilmektedir: Allah, gökleri ve yeri yaratan ve gökten su indirip onunla size rızık olarak türlü ürünler çıkarandır… (İbrahim Suresi, 32)

Etten Jeneratör

Bir kalbi vücudun dışına çıkarırsanız kendi enerjisini tüketene kadar hiçbir bağlantısı olmadan çalışmaya devam eder. Kalbe gerekli kan sağlandığında, tüm sinir bağlantılarından ayrılsa bile saatlerce atar. Burada ilginç bir durum söz konusudur. Bu ilginç durumu incelemek için kasların nasıl çalıştığını kısaca hatırlayalım; bir kasın çalışması için beyinden ya da omurilikten gelecek bir emre ihtiyaç vardır. Bu emir gerçekte sinir sistemi yoluyla iletilen bir elektrik sinyalidir. Kalbin yapısı tamamen kas dokusundan oluştuğu için, dakikada yaklaşık 70 kez atan kalbe dakikada 70 defa elektriksel uyarı yapılması gerekmektedir. Ancak biraz önce belirtildiği gibi, bütün sinirsel bağlantıları kesilen ve vücudun dışına çıkartılan bir kalp bir süre daha atmaya devam eder. Bu durum akla, "bu kasılma emirlerinin nereden geldiği" sorusunu getirecektir. Söz konusu durumu inceleyen bilim adamları çok şaşırtıcı bir durumla karşılaştılar. Kalbin içinde kendi elektriğini kendi üreten bir jeneratör bulunmaktaydı. İnsan vücudundaki et parçalarından bir tanesi olan kalpte bulunan ve yine etten yapılmış bir jeneratör… Bilindiği gibi jeneratör enerji kesintisi durumunda devreye girerek enerji üretimine devam eden ve makinaların zarar görmesini engelleyen bir alettir. İnsan vücudundaki en hayati organlardan bir tanesi olan kalp de herhangi bir enerji kesintisi karşısında zarar görmemesi için bu tür bir korumaya alınmıştır. Kalbin bir an durması vücutta son derece önemli hasarlara neden olabilir, hatta sonucu ölüm olabilir. Bu yüzden kalbi çalıştıracak elektrik sistemi kesintisiz bir şekilde işlemelidir. Bu elektrik sistemini inceleyen bilim adamları çok daha şaşırtıcı gerçeklerle karşılaştılar. Kalp yalnızca mikro bir jeneratör değil, birbiri içine geçmiş birçok bağlantıya sahip, programlı ve sistemli bir elektronik devreler bütünü sayesinde çalışmaktaydı. Bu elektronik kontrol ve yönetim sistemi, böbreklerden beyne, atardamarlardan hormonal bezlere kadar birçok etkenle işbirliği içindeydi. Bilim adamlarının çok yakın bir dönemde keşfettiği, kalpteki bu kusursuz tasarım unutulmamalıdır ki, milyonlarca yıldır kesintisiz işlemektedir. Hiç istisnasız şimdiye kadar yaşamış olan on milyarlarca insanın tamamında bu sistem mevcuttu. Şu anda dünya üzerinde yaşamakta olan milyarlarca insanın da kalbi aynı kusursuz sistemle çalışmaktadır ve bundan sonra yaşayacak insanlarda da bu sistem var olacaktır. Bu, Allah'ın kusursuz yaratmasıdır. Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır. (Casiye Suresi, 4)